12 Haziran 2025 Perşembe

MEMLEKETİMDEN BAZI MANZARALAR


 






        Memleket”, sözcüğü yurt, vatan, ülke anlamına geldiği gibi doğup büyüdüğün yer, anlamına da gelir. Özellikle yurt içi yolculuklarda yanınızda oturan biri, “hemşerim, memleket neresi”, diye soruyorsa sizin doğduğunuz, büyüdüğünüz yeri soruyordur. Sizinle tanışmak ya da sohbet konusu açmak için sorduğu bir sorudur. Doğduğunuz yer, kaderinizdir”, diye bir deyim daha vardır. Doğduğunuz yerin sizin hayatınızdaki önemini anlatır. Benim de memleketim Türkiye’nin kuzey batısında yer alan tarihi bir ilçe olan Uzunköprü’dür. Benim hayatımda da önemli bir yer tutar.

        Edirne iline bağlı Uzunköprü’nün kurulması 1427 yılında Osmanlı padişahı 2. Murat’ın Balkanlara geçmek için bir köprü yapılmasını buyurmasıyla başlamıştır. Köprü 1443 yılında tamamlanınca etrafına çalışanların ve askerlerin ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla cami, imarethane, kervansaray, medrese, hamam, yel değirmeni gibi yapılar yapılmış, Türkmen aşiretlerinden ve Edirne’nin köylerinden aileler yerleştirilerek yaşam başlamıştır. Rumeli’de kurulan ilk Türk kentidir. Önce ismi Cisr-i Ergene (Ergene Köprüsü) olduysa da halk bunu benimsememiş, 1922’den sonra özgün adını alarak Uzunköprü olmuştur. Dünyanın en uzun taş köprüsüne sahip olan Uzunköprü; (20 Ağustos-20 Kasım 1829 ile 21 Ocak 1878-13 Mart 1879 tarihlerinde) 2 kez Rusya, (2 Kasım 1912-19 Temmuz 1913 arasında) Bulgarlar ve son olarak (25 Temmuz1920-18 Kasım 1922 arasında) Yunanlılar tarafından işgale uğramıştır. Uzunköprü halkı 100 yıl içinde dört kez düşman işgali altında kalarak büyük acılar yaşamıştır. 18 Kasım 1922’de Yunanlıların Uzunköprü’yü Türk askerlerine teslim ettikten sonra 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan anlaşmasıyla Meriç Nehri Yunanistan sınırı olmuştur. Bu anlaşmadan sonra Uzunköprü Mübadele ile çok sayıda Yunanistan’dan göç almıştır. Benim büyüklerim de Selanik Muhaciridir.

    Bizlere düşen günümüzde yaşadığımız kente sahip çıkmak ve halkının daha iyi bir yaşama kavuşmalarını sağlamaya çalışmaktır. Öncelikle bunu seçilmiş ve atanmış yöneticilerden beklemek hakkımız. Memleketim yaklaşık 30 yıldır ekonomik yönden bir gerileme içindedir. 1992’de o zamanın devlet yöneticilerinin “istim arkadan gelsin”, diyerek İstanbul’da bulunan (başta deri fabrikaları olmak üzere) fabrikaların plansız olarak Çorlu’daki verimli arazilere kurulmasından sonra Uzunköprü ve çevresine hayat veren Ergene Nehri hiçbir canlının yaşayamayacağı kadar kirlendi. Etrafına can veren bu nehir artık zehir akıyor. Bir zamanlar balık tutulan, yüzülen Ergene Nehrinin suyu günümüzde tarımda kullanılamaz haldedir. Ekonomisi büyük çapta tarım ve hayvancılığa bağlı Uzunköprü, Ergene Nehri’nin ve Ovası’nın eskisi gibi kullanılamaması ve üretim maliyetlerinin artması sonucu göç verdi. Gençler İstanbul, Çorlu, Çerkezköy, Kapaklı gibi sanayi bölgelerine gittiler. Köyleriyle beraber yüz bini aşkın nüfusa sahip ilçenin nüfusu altmış binin altına indi. Bu göçü önlemek ve Uzunköprü’nün eski canlılığına kavuşması için öncelikle yeni iş sahalarının açılması gerekir

     Kavacık Köyünde yapılamayan Organize Sanayinin bu kez Çöpköy’de yapılacağını duyuyoruz. Çevreye duyarlı bir sanayi merkezinin kurulması istihdam açısından yararlı olacaktır. Şehrin sosyalleşmesi ve bir cazibe merkezi haline gelmesi için de bazı yapılması gereken işler var. Doğal gaz çalışmaları nedeniyle yollar bozuldu. Yollar ile birlikte trafik keşmekeşinin ve otopark sorununun mutlaka halledilmesi, buna bağlı olarak taksi duraklarının caddelerden daha uygun yerlere çekilmesi gerekir. Çakmak Barajının su iletim kanallarının yapılması, Uzunköprü Kapalı Pazar Yerinin yenilenmesi, Meydan Projesinin hayata geçirilmesi halen beklemede. Şehrin kör noktasına yapılan Otobüs Terminalinin ulaşım zorluğu ve eksiklikleri ile ilgili şikayetler bitmiyor. İlçe için çok büyük öneme sahip Eskiköy Sınır Kapısı için de ümit verici bir ilerleme yok. Yapımına başlanan ama bitirilemeyen yeni hastane ve Tarihi Köprü’nün restorasyonunu da hatırlatmak isterim. Memleketimden bazı manzaralar şimdilik bu kadar.

 

orhankalyoncu.blokspot.com.tr                    12.06.2025

11 Haziran 2025 Çarşamba

KÖTÜLÜĞÜN RUHU

 



 

     Hayatının büyük bir kısmı savaş meydanlarında geçen Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk bir asır önce, “Millet hayatı tehlikeye girmedikçe çıkarılan savaş, savaş değil, cinayettir”, diyerek emperyalist amaçlı savaşlara karşı çıkmıştır. Nitekim O’nun ölümünden sonra çıkan 2. Dünya Harbinde milyonlarca insan ölmüştür. Emperyalist amaçlarla çıkarılan, istila amacı taşıyan savaşların sonucunda en büyük acıyı başta kadın ve çocuklar olmak üzere siviller çekmekte, binlerce masum insan ölmektedir. Kendini güçlü gören devletler; zayıf tarafa saldırırken bunu ulvi bir amaç için yaptıkların söylerler. Ama işin aslı öyle değildir. Amaç, siyasal ya da ekonomik çıkardır. Bu nedenle; bu savaşlar cinayettir. Sivilleri bombalamak, yardım gemilerini basmak insanlığa karşı işlenmiş suçlardır. Kötülüğün ruhu vardır bu savaşlarda.

     Bir adam canlı bomba olmayı kabul ederek yüzlerce masum insanın ölümüne neden olmuş ise bu kişiye ve bunu azmettirenlere insan denir mi? Bir terörist bir eğlence merkezine makineli tüfekle saldırıp onlarca kişiyi öldürmüş ise buna ne denir?  Bir mabede saldıran, bir büyükelçiyi öldüren, sokakta palayla rastgele bir kadını biçen, domuz bağı ile insan gömen, bir kişiyi büyükelçilikte yok edenlere ne denir? Bunlar da kötülüğün ruhu yok mudur? Ya kadın cinayetleri? Gün geçmiyor ki kadınlar en yakınları tarafından katledilmesin.

    Günlük yaşamımızda da kötülüğün ruhu; bakım evlerinde savunmasız hasta, sakat, yaşlı insanlara yapılan eziyette, yoğun bakım ünitelerinde ölen bebeklerde, sokak hayvanlarına yapılan saldırılarda karşımıza çıkıyor. Bir belediyenin serasında kullanılan su deposuna tuz atılarak bitkileri yok etmek, büyük şehirlerdeki metrolarda yürüyen merdivenleri bozmak, çöpleri, yedikleri çekirdeklerin kabuklarını, içtiği sigaranın izmaritini, kırdıkları cam şişelerin cam kırıklarını çöp bidonuna atmak yerine yollara atmak, oturmak için yapılan banklara tünemek kötülüğün ruhunu çağırmak değil de nedir? Yanan ormanlar, kuruyan dereler, kirlenen nehirler, yontulan dağlar, delinen ozon tabakası, musilaj (deniz salyası) olan denizler doğaya yapılan kötülüğün sonucu değil midir?

    İnsanoğlunu kötü yapan nedir? İyi insan olmak onlar için zor mu? “Kötülüğün ruhu”, dünyadaki sistemin bir sonucu mudur? İyilik, kötülük gibi bireysel olduğu kadar toplumsal bir kavramdır. Kötülüğün ruhunu yok etmek, iyiliğin ruhunu çağırmak için barışı, güzelliği, insanlığı savunanların bir arada olması gerekir. Hakka, hukuka, adalete riayet etmekle bu adım atılır. İnsanların eşit olduğuna inanılarak bu adım atılır. Birine yapılan kötülüğün tüm insanlığa yapıldığını bilerek bu adım atılır. İyilik, iyi insan olmak bulaşıcıdır. Bir kişi iyilik yaptığında bu eylem çevresini de etkiler, zincirleme yoluyla toplumu da iyilik yapmaya teşvik eder. Bunu başarmak da başta yöneticilerin işidir. Örnek olur.

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr                    11.06.2025