29 Haziran 2020 Pazartesi

BİR SERVİS MACERASI






                                                         

        Coronavirus (Covit 19) salgını yüzünden evden çıkmamaya çalışıyorum. Geçen gün Meydandaki parkın yanından geçerken meslektaşlarım emekli öğretmenler Ahmet ile Mehmet beyin hararetli bir konuşmaya tutulduklarını gördüm. Yanlarına gittim. “Hocam, gel bir çay içelim”, dediler. Sosyal mesafeye dikkat ederek oturdum. Biraz sonra karton bardaklarda çaylar geldi. Çaylarımızı içerken Mehmet bey, kaldığı yerden anlatmaya devam etti.

        “Geçen gün anne ve babamı dolaşmaya arabamla köye gitmiştim. Bizimkileri ziyaret ettikten sonra akşama doğru eve dönerken yağmur başladı. Arabanın camları açıktı. Kapamak istedim ama bir türlü şoför mahallinin camı kapanmıyordu. Açık camla biraz ıslanarak eve kadar gelebildim. Arabamı 22 yıldır kullanıyorum. Bakımını ve tamirini zamanında yaptırdığım için şimdiye kadar ciddi bir sorun çıkarmadı. Bu işlerden anlayan bir arkadaşım da, katiyen arabanı değiştirme, gittiği yere kadar gitsin. Yeni modelleri o kadar sağlam değil, dedi. Zaten bu hayat pahalılığında bir de ona para ayıramam. Ertesi gün yakın bir ilçenin sanayi sitesinde tanıdığım bir oto kilitçisi ve elektrikçisi vardı. Onu aradım. Hemen gel, dedi. Gider gitmez usta arabanın kablolarını kontrol etti. Sonra bana dönerek, kablolar kopuk. Bu camın çalışması için sol ön kapının arasından geçen kabloların değişmesi ya da tamir edilmesi gerekir. Onlar yapılınca cam çalışacak, dedi. Hakikaten 2-3 kablo kopuktu.  Aşağı yukarı cam açıkken 50 km yol yapmıştım. O halde tekrar dönmek istemedim. Hava kapalıydı. Her an yağmur da yağabilirdi. Usta bana kabloların tamir işini oto elektrikçilerinin yapabileceğini, o ustalara gitmem gerektiğini söyledi. Bir kağıda iki usta ismi ve dükkan adresini yazdı.  Önce Necdet ustaya gittim ama işi olduğunu, yapamayacağını söyledi. Sırada ikinci usta vardı. Yılmaz ustaya gittim.  O da, ben yapamam ama aşağıda Yalçın usta var, selamımı söyle, yapsın, dedi. Bir alt bloktaki ustayı buldum. Yılmaz ustanın selamını söyledim. Durumu anlattım. Arabaya bakmadan ben yapamam, iki blok ötede Hasan usta var, ona git, dedi. Hasan usta 30 yaşlarında orta boylu, tıknaz bir ustaydı. Bir arabayla uğraşıyordu. Ayakta bekleyen birkaç müşteri de vardı. Ona da durumu anlattım.  Yaptığı işe çok önem veren biri tavrıyla, görmüyor musun, meşgulüm, yapamam, dedi. Ama hiç olmazsa bir görün, ne yapacağımı söyleyin, deyince, usta istemeden işini bırakıp arabaya bakmaya gitti. Bir taraftan da, sanki senin paran, para da bu müşterilerin ki para değil, diye söylendi. Artık ümidimi kesmiştim. Bu sanayi sitesinde benim işimi yapacak bir tane usta yoktu. Hepsi çok meşguldü. İyi ki uzaktan gelen bir yolcu değildim. Geri dönmek için arabama bindim. Yağmur atıştırmaya başlamıştı, hızlanmadan kasabaya varmalıydım. Yağmur tam ilçenin girişinde beni yakaladı ama fazla ıslanmadan her zamanki servise geldim. Elektrikçisinin başka bir işi varken beni öne aldı ve bir saat uğraşarak kabloları tamir etti. Arabanın sol camı artık çalışıyordu. İşin sonunda cüzi bir ücret aldı. Boşuna taş yerinde ağırdır, dememişler. Bu bana ders oldu. Bir daha başka yerde usta aramam.” 


 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr       29.06.2020

                        

                     

                          

                



24 Haziran 2020 Çarşamba

KUŞAK ÇATIŞMASI


        
                                    

          Kuşak çatışması; yaşlılarla gençler arasında asırlardır devam eden ve bundan sonra da devam edecek bir anlayış farkıdır. Gençler, büyüklerini geri kafalılıkla, hoşgörüsüz olmakla, büyükler ise gençleri tecrübesiz ve saygısız olmakla itham eder. Baba oğul arasındaki çelişkiler yıllar geçince dede ve torun arasında da devam edebilir. Değişen çevre ve yeni şartlar karşısında gençlerin daha esnek ve aktif olduğu, buna göre davranış geliştirdiği, yaşlıların bu konuda biraz daha yavaş gelişme gösterdiği bilinen bir gerçektir. Bunun sonucunda, kuşaklar arasında karşılıklı olarak birbirlerinin davranışlarını anlamama ve eleştiri başlar. Bazı araştırmacılar, doğum tarihlerine göre karakteristik ve davranış özelliklerini dikkate alarak kuşakları bölümlere ayırmış.

          Baby-boomer: 1946- 1964 yılları arasında doğanlar, baby boomer kuşağını oluşturuyor. Bugün 56-74 yaşlarını kapsayan bu nesil aslına bakarsanız en şanssız nesillerden biri, çünkü onlar, hem anne ve babalarına hem de çocuklarına baktılar, şimdi de torunlarına bakıyorlar. X Kuşağı: 1965 ile 1979 yılları arasında doğanlar X kuşağını oluşturuyorlar. İş hayatında hiyerarşik düzene bağlı olan, çalıştığı yerin çıkarlarını kendi çıkarlarının önünde tutan nesildir. Toplumsal sorunları önemserler, var olan şartlara uyum sağlarlar. Y Kuşağı: 1980 ile 2000 yılları arasında doğanlar Y kuşağının oluşturuyorlar. Her şeyi sorgulayan ve teknoloji ile iç içe büyüyen, arkadaşlıklarını sanal ortamda yürütebilen, kendilerine güvenen, isteklerini açıkça ifade eden kuşaktır. Üst ast ilişkisi şeklinde değil de daha demokrat yönetilmeyi seviyorlar. Z kuşağı: 2000 yılından itibaren doğanları ifade ediyor. Bu kuşaklar, çok kolay memnun olmaz, tüketimi seven nesildir. İş hayatında robotlaşmaya, yapay zekaya doğru yol alındığı için farklı bir iş ortamında olacaklardır. Çözüm üretmeye konsantre, değişikliklere açık ve saygılı, çalışma alanlarında iş saatleri konusunda esnek olunmasını isterler.

          Büyüklerimizden sık sık “bizim zamanımızda …”, diye başlayan cümleler duyarız. Devran değiştiğinde biz aynı cümleleri kurmaya başlarız. Bu böyle devam eder. Aslında kuşak çatışması toplumun ilerlemesi için itici bir güçtür. Düşünün her şey eskisi gibi olsa, durağan bir toplumdan ileri gidemeyiz. Gençlerin hayal dünyası, araştırma tutkuları, icat etme heyecanları olmasa yenilikler ve gelişmeler de olmazdı. Alışılagelenin dışında hareket eden gençler, her zaman ilerlemelerin lokomotifi olmuşlardır. Önemli olan kuşak çatışmasını toplumun faydasına kullanmaktır.


Son söz: Yaşlılar saygıyı, gençler hoşgörüyü hak eder.

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr      23.06.2020

 

21 Haziran 2020 Pazar

KEŞAN UZUNKÖPRÜ DOĞAL GAZ HATTI


 

                                 

           2020 yılının Haziran ayının sıcak günlerini yaşıyoruz. Ama 3-4 ay sonra serin ve soğuk havalar gelecek. Trakya'nın kışı sert ve soğuk geçer. Anlaşılan o ki; önümüzdeki yıl da Uzunköprülüler, yine kömürle ısınmaya ve hastalıklara davetiye çıkaran Türkiye'nin en kirli havasını solumaya devam edecek. Çünkü doğal gaz konusunda bir çalışma göremiyoruz. Her konuda Uzunköprüyü geride bırakan komşu ilçemiz Keşan, doğal gazın konforunu 3 yıldır yaşıyor. Gazdaş Trakya Bölge Müdürü Tamer Akaslan, Keşan’da 300 km doğal gaz hattı tesis edilerek 62 bin nüfuslu ilçede 26 bin potansiyel aboneye oldukça kısa bir sürede doğal gaz arzına başladıklarını kaydederek şunları söylemiş; “doğal gaz gibi hava kirliliğini azaltan önemli bir yakıt sayesinde Keşanlılar temiz bir havaya kavuşmuş olacak.” 28 Nisan 2017 tarihli ulusal ve Trakya'daki bazı yerel medyada da şu haberi gördük. “Türkiye'nin en kirli havasına sahip Keşan’da doğal gaz ateşi yakma töreni düzenlendi.” 

         Bu haberden Keşanlılar adına sevinç duydum. 1980-83 yılları arasında öğretmen olarak görev yaptığım Keşan'ı ve Keşanlıları yakından tanıma fırsatı bulmuştum. Siyasi görüş ayrımı gözetmeden her zaman Keşan için birlik, beraberlik ve dayanışma içinde hareket etmeyi bilirler. Nitekim doğal gaz konusunda Uzunköprü ile birlikte yola çıktıkları halde Uzunköprüyü geride bıraktılar. 3 yıldır doğal gaz kullanıyorlar. Uzunköprü ise bu konuda belirsiz bir süreç içerisinde bulunuyor. 2018 yılının başlarıydı. Uzunköprü’nün yerel gazetelerinde, “Bu Bahar Uzunköprü’ye Doğal gaz Gelecek”, diye bir haber görünce doğrusu ümitlenmiştik. Tamam dedik. Artık gelir. Ancak ne gelen oldu, ne giden. Bahar geçti, yaz geçti, sonbahar geldi. Bunun üzerine 13 Kasım 2018 tarihinde Uzunköprü Hür Gazete’de, “ Doğal Gaz Hangi Bahara Kaldı” başlıklı bir köşe yazısı yazdım. Yetkililerin 2018 yılının Ekim ayında şehir içi boru hatlarının döşeneceği ve doğal gazın yanmaya başlayacağı müjdesini vermelerine rağmen bir yurttaş olarak ne olduğunu ve neden sonuç alınamadığını soruyordum. Yanıt yoktu. 

           Tüm yetkililer bu konuda sık sık müjde vermeye devam ediyor. Çeşitli tarihlerde verilen müjdelere rağmen bu konuda bir arpa boyu yol kat edilmedi. Kurtbey köyünde kalan doğal gaz boru hattı bir türlü ilerleyip, Uzunköprü’ye ulaşamadı. En son olarak tankerle getirilen doğal gazın bir mahalledeki bazı evlere verilmeye başlandığını biliyoruz. Uzunköprü’ye doğal gaz gelme hikayesi neredeyse yılan hikayesine döndü. Bu planlamalar nasıl oluyor? Neden yarıda kalıyor? Uzunköprü’nün tüm yolları delik deşik. Önce su boruları döşendi. Şimdi de şehir içi doğal gaz borularının döşenmesini bekliyoruz. Bunun milli ekonomiye ne kadar zarar verdiği hesaplanıyor mu? Bir taraftan almadığımız doğal gazın parası dışarıya ödeniyor, bir taraftan hava kirliliği ve sağlık problemleri. Uzunköprülüler, yetkililerin artık müjde vermekten vazgeçmelerini, bunun yerine icraat yapmalarını bekliyor.

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr     20.06.2020

 

6 Haziran 2020 Cumartesi

DOĞANIN DENGESİ

               


Ördekli Göl-Uzunköprü


              

        Doğanın dengesi bozuldu, mevsimler değişti. Aralık, Ocak, Şubat ayları yılın en soğuk geçen aylarıydı. Dize kadar yağan karlar yüzünden 30-40 yıl önce okullar kapanırdı. Şimdi, kış ayları sıcak geçerken, Haziran ayında kar ve dolu yağıyor, Ağustos da ortalığı sel basıyor. 21. Yüzyılı ilk çeyreğini tamamlamamıza çok az bir süre kala dünya nüfusu 7,8 milyarı geçmişken doğayı tahrip etmemizin sonucu mevsimler değişti, hastalıklar baş gösterdi. Kıtlık kapımızda. Bazı bilim adamları, “Coranavırus (Covid 19) salgınının, çevreyi hoyratça kullanmamızın sonucu olabilir mi, diye araştırmaya başladı.  

        Şu bir gerçek ki; çevre sorunları dünyanın kaldırabileceği tahammül sınırını çoktan aştı. Buzulların erimesi, atmosferdeki ozon tabakasının delinmesi, nükleer silah denemeleri, altın- gümüş maden aramalarında yer altı su kaynaklarını zehirleyen siyanür kullanılması, taş ve mermer ocakları için kayaların dinamitle parçalanması, derelerin üzerine santral kurularak kurutulması, termik santraller, milyonlarca aracın egzoz gazları ve doğa harikası doğal körfezlere liman kurulması, nehirlerin sanayi atıklarıyla kirletilmesi gibi doğaya karşı işlenen suçlar dünyayı yaşanmaz kıldı. Üstüne üstlük suni gübre, ilaçlar, genetiği ile oynanmış tohumlar ve hormonlar yediğimiz, içtiğimiz her şeyi doğallıktan uzaklaştırdı. Bütün bunlar bizi hasta yaptı. Tüm ülkelerde hastalıklı insan toplulukları meydana geldi. Yalnızca Afrika, Güney Amerika ve Asya'nın geri kalmış fakir ülkeleri değil, bunun yanı sıra Avrupa ve Amerika gibi gelişmiş ülkelerin insanları da hasta oldu. Başta obezite, şeker, tansiyon, kanser, kalp ve damar hastalıkları olmak üzere insanlar birçok hastalıkla uğraşıyor.
                 
          Bu işlerden kimler kazanıyor? Dev ilaç firmaları, laboratuvarlar, özel hastaneler, uluslararası maden şirketleri, nişasta bazlı şeker, GDO’lu tohum ve tarım ürünleri üreten dev tarım şirketleri bu işlerin neresindedir?   Bu şirketlerden vergi toplayan devletler ile 7,8 milyar insanın dünyaya fazla geldiğini söyleyen devlet adamları bu işin neresindedir? Onlar için, hastalıkların önlenmesi, onlara çare bulunması ve insanların sağlıklı yaşaması mı, yoksa kapitalist dünyanın hakim düşüncesine uygun olarak kazançlarının artmış olması mı daha önemlidir?  Bunun yanıtı çözümün de yanıtı olacaktır.
               
        Dünyanın en ücra köşesindeki bir kimsenin bile hayatımızı etkilediği, salgının oradan bize kadar yayılabileceği kanıtlandı. Dünyamızın sanıldığı kadar büyük olmadığını, doğaya gereken saygıyı göstermemiz gerektiğini geçen 5-6 aylık zaman zarfında acı bir şekilde öğrendik. Dünya, 21. yüzyılda 20. yüzyılın düşünce sisteminin artık insanlığa yakışmadığını, para kazanmanın tek doğru olarak kabul edildiği kapitalist sistemin sınırlanması ve insan sağlığının paraya olan bağlılığının yok edilmesi gerektiğini kabul etmelidir. Coranavırus (Covid 19) salgın süreci bunların gerekliliğini göstermiştir..




orhankalyoncu.blogspot.com.tr      06.06.2020
            

 


1 Haziran 2020 Pazartesi

HOCAM YURDANUR SALMAN

1973/74 İ.Ü Yabancı Diller Y.O
                    


          1974 yılının ilkbaharıydı. İstanbul Boğaziçi’nde doğa bütün ihtişamıyla canlanmış, güneş kıştan sonra bütün cömertliğiyle kendini gösteriyordu. Bebek sırtlarında mor salkımlı erguvanların sardığı, boğazı tepeden gören bir eve geldik. Bu şirin ev, hocamız Yurdanur hanımın oturduğu evdi. İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu İngilizce Bölümünde okuyan biz, 1.sınıf öğrencilerini evine davet etmişti. Önce evin konumuna, eşsiz boğaz manzarasına ama ondan öte hocamızın misafirperverliğine hayran kaldık. Aradan 46 yıl geçtiği halde unutamadık. Ruhi Su’nun plaklarını ilk defa orada dinlemiştim.

         1973 yılının Kasım ayında, İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu İngilizce Bölümüne girmiştim. Bir önceki yıl açılan okulun ikinci öğrencileriydik. Her bölümün sınıf kontenjanları 30 kişiydi. Okulumuz, önce geçici olarak Fındıkzade İlkokulu binasında, 1974/75 eğitim yılından itibaren de Beyazıt’taki Merkez Binanın yan sokağında bulunan tarihi bir binaya taşındı. İstanbul Üniversitesi yönetimi, orta dereceli okullara öğretmen yetiştirmek için Edebiyat Fakültesinin Dil ve Edebiyat Bölümlerinden ayrı 4 yıllık bir yüksek okul açmıştı. Okulun ve İngilizce Bölümünün başkanlığını Prof.Dr. Özcan Başkan yapıyordu.

         Okulda derslere başlamamızla birlikte Yurdanur hanımı tanıdık. Temel İngilizce dersimize geliyordu. Haftada en çok o dersi görüyorduk. Sınıfa girince hiç oturmaz, hareket ve mimikleriyle dersini anlatırdı. 36 yaşlarında genç bir öğretim üyesi olmasına rağmen ders anlatımında ve öğrencileriyle ilişkilerinde çok başarılıydı. Onu çok sevdik. Adeta onun davranışlarını, görüşlerini, ders anlatışını kendimize örnek alıyorduk. Bizim için rol model olmuştu. İleride öğretmen olduğumuzda onun gibi ders yapmayı hedefliyorduk. Evine davetten sonra bir gün yine bütün sınıfı alıp, Kapalıçarşı’da bulunan kebapçıya götürmüş, bize kebap ve künefe ısmarlamıştı. İlk defa böyle davranışlarla karşılaşıyorduk. Biz taşradan gelen öğrenciler, öğretmenlerimizle genelde resmi olurduk. Yurdanur hanım başkaydı. Bize ilk iki yıl Temel İngilizce, 3. Sınıfta Anglo-Amerikan Edebiyatı ve 4.sınıfta İleri İngilizce derslerimize gelmişti.

        Sevgi Soysal’ın romanlarından övgüyle bahsederdi. Yazarın çok konuşulan “Yürümek”adlı romanından sonra 1973’te “Yenişehir de Bir Öğle Vakti”, adlı romanı çıkmıştı. Tavsiyesi üzerine yazarın o kitabını ve diğer eserlerini hemen alıp, bir solukta okumuştum. Yurdanur hanım, arkadaşımız gibiydi. Okul bittikten sonra da öğrencileriyle iletişimini sürdürürdü. Trakya'nın bir ilçesinden geldiğim için, bana arada “Rumelili”, diye seslendiği de olurdu. Okuldan 1978’in Şubat ayında mezun olmuş, aynı yılın 24 Mayısında Uzunköprü Lise’sine İngilizce öğretmeni olarak atanmıştım. Yurdanur hanım ile mektuplaşmış, tercüme etmem için bana bir kitap göndermişti. O kitaba başlamış ancak tamamlamak kısmet olmamıştı. Ondan birincisi 13 Ekim 1978, diğeri 23 Kasım 1978 tarihlerinde olmak üzere iki mektup almıştım. Sonra da iletişimimiz kesildi. 15 Mayıs’ta vefat ettiğini derin bir üzüntüyle öğrendim. Kendisinin, bize çok emeği ve katkısı vardır. Kendisini unutmayacağız. Işıklar içinde uyusun.

        Özgeçmişi: 1937’de Balıkesir’de dünyaya gelen Yurdanur Salman, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Edebiyat, yazın kuramları ve psikanaliz gibi pek çok alanda yaptığı çevirilerle, Salman Rüşdi, John Steinbeck, John Berger, Susanne Sontag, Edgar Allan Poe, Erich Fromm’un yapıtlarının yer aldığı 30’dan fazla kitabı Türkçe’ye kazandırdı. İstanbul, Boğaziçi ve Atatürk Üniversitelerinde çeviri ve İngilizce dersleri verdi. Kuram dergisini çıkardı, Yeni Dergi, Adam Öykü, Yazko Çeviri dergilerinde çeviri ve yazıları yayımlandı. 15 Mayıs 2020’de 83 yaşında hayata gözlerini yumdu. Bir öğrencisinin gözünden hocamızı anlatan Ekşi Sözlükte yayınlanan bir paylaşımdan bir kaç cümle; “Türkiye'nin en iyi çevirmeni. Üstüne yok. Müthiş bir dil kültürü ve bilgisine sahip. Bildiğini yapar. Bildiği yolda yürür. Çeviri dersleri verir, yabancılara Türkçe öğretir, çevresinde belli bir öğrenci hayran kitlesi vardır. Süper kadın. Boğaziçi Üniversitesinde ders veren "hocaların hocası" müthiş İngilizce dehasına sahip hoca ve çevirmendir.  Değeri bilinmelidir.”

 



orhankalyoncu.blogspot.com.tr       01.06.2020