Ana dil, bir kişinin ailesinden öğrendiği ve konuştuğu ilk dil demektir. İlk dil, kişinin sosyolojik kimliğinin oluşmasında önemli rol oynar. Ülkemizde, yerel olarak konuşulan Kürtçe, Pomakça, Lazca, Çerkesçe gibi bazı diller varsa da Türkiye'nin resmi dili Türkçedir. Her ülke kendi diline özen gösterir. Ülke olarak bizim de ana dilimize önem vermemiz, onu yozlaştırmaktan kaçınmamız ve başka dillerin baskısından korumamız gerekir. 1976’da öğrenciyken gittiğim Fransa’nın başkenti Paris’te, sokak levhalarının sadece Fransızca olduğunu, bildikleri halde İngilizce konuşmaktan kaçındıklarını fark etmiştim. Bu konuda, fark ettiğim ve dikkat çekmek istediğim başka birkaç nokta daha var.
Birincisi, güzel Türkçe'mizin başka dillerin kuşatması altında olduğu, ikincisi, örnek olması gereken TV sunucularının, dizi oyuncularının bozuk Türkçe ile konuşmaları ve son olarak okullarda Türkçeye eskisi kadar önem verilmemesidir. Öztürkçe karşılıkları varken iştigal (uğraş), iptidai (ilkel) gibi Arapça, alayiş (gösteriş), bedbin (kötümser) gibi Farsça, aktüel (güncel), absürt (saçma) gibi Fransızca, update (güncelleme), brifing (bilgilendirme) gibi İngilizce kökenli sözcükleri neden kullanıyoruz? Dizilerde, “ay kal geldi”, “Oha falan oldum yani!” “iyi günleriniz olsun”, gibi bozuk Türkçeyi duyan gençlerimiz, ana dilinin duruluğu ve sadeliğinden uzaklaşmıyorlar mı? Okullarda, eskiden Türkçe ve Edebiyat derslerinin içinde Kompozisyon dersleri vardı. İyi yazmayı ve konuşmayı öğretir, öykü, roman okunması teşvik edilir, münazara, yani sözlü tartışmalar hatta yarışmaları yapılırdı.
Ulusların dilleri
arasında etkileşim olsa da, her ulus, kendi dilini yabancıların etkisinden
korumaya çalışır. Asıl konuşulması ve genç nesle öğretilmesi gereken Standart
Türkçedir. Konuşma ve yazıda gramer yapısı ve kelime hazinesi bakımından
genellikle İstanbul ağzına göre biçimlenmiş olan ortak Türkçeye “Standart
Türkçe”, denir. Bu Türkçe, toplumda ve özellikle sunucu, spiker, devlet
adamları, siyasetçiler, öğretmenler gibi topluma rol model olan kişilerde
egemen olmalıdır. Uzun yıllar Amerika’da Yale Üniversitesinde akademisyen olarak
çalışan kimya mühendisi, Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu (1935-
2015), Türkiye'de bulunduğu dönemde çalışmalarını daha çok toplumda bir Türkçe
bilinci oluşturmaya adadı. Eğitim dilinin Türkçe olması gerektiğini ve yabancı
dilin takviyeli olarak öğretilmesinin gerektiğini savundu. Yabancı kökenli
sözcüklere Türkçe karşılık bulmaya çalıştı. Bu boşuna bir çaba değildi. Türkçe
yabancı dillerin istilası altındaydı.
Mustafa
Kemal Atatürk, bu tehlikeyi yıllar önce görmüş, Türkçenin, Arapça ve Farsça
kökenli sözcük ve dilbilgisi kurallarından arındırılıp Türkiye Cumhuriyetinin
ortak ulusal dili olarak yazı ve konuşma dili haline getirilmesini amaçlayarak
12 Temmuz 1932’de Türk Dilini Tetkik Cemiyetini (Türk Dil Kurumu) kurmuştu. 1982’de
kapatılana kadar Türk Dil Kurumu (TDK), Dil Devrimini sürdürmüş, 1928’deki Harf
Devrimi ile birlikte Türkçenin 20. yüzyılda geçirdiği büyük yapısal değişikliğin iki
temel taşından biri olmuştur. TDK yerine 1983’te Atatürk Kültür,
Dil ve Tarih Yüksek Kurumu kurulmuştur. Atatürk 1930'da bir konuşmasında
şöyle demiştir; "millî his ve dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin
millî ve zengin olması, millî hissin inkişafında (gelişmesinde) başlıca
müessirdir (etkendir). Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu
dil şuurla (bilinçle) işlensin. Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen
Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
orhankalyoncu.blogspot.com.tr 05.03.2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder