23 Kasım 2019 Cumartesi

HER DEVRİN ADAMI





                                        
                                     
              Ona, "her devrin adamı", derlerdi. Gerçekten de her devirde baştakilerin en yakın adamı oluyordu. Yeni seçilen belediye başkanını kutlamaya gitti. Daha başkanın odasına girer girmez hemen başkanın eline sarılıp, öpecek gibi yaptı. Oysa başkan ondan gençti. Başkan elini zorla geri çekti. Hemen söze girdi, “sayın başkanım ben, oğlum ve eşim her zaman emrinizdeyiz. Ne zaman isterseniz bizi arayabilirsiniz. Emrinizi bekliyoruz”. Onun için yeni bir devir başlamıştı. Bu devrin de adamı olmalıydı. Yoksa hem işlettiği belediye dükkanından çıkarılabilir, hem de askerlikten sonra güç bela belediyeye taşeron işçi olarak yerleştirdiği oğlu işinden olabilirdi.
                 
          Bu tip kişilerde hakim olan “giden ağam, gelen paşam” zihniyetiydi. Yönetimde kimin olduğu fark etmezdi. Önemli olan yönetime yakın olmalarıydı. Her devrin adamı olmak için her devirde iktidardan yana olmak gerekirdi. Buradaki asıl marifet kimin iktidar olabileceğini önceden sezmek idi. Eğer zamanında güçlüden yana tavır alınabilirse, iktidarın sevdiği kişi olurdunuz. Yok, sonradan iktidara yanaştı iseniz ilki kadar rağbet göremezdiniz. Çünkü iktidar sahipleri de bilir ki iktidardan düştüklerinde ilk önce bu adamlar ortadan kaybolacaktır.
                
          Tehlike anında renk değiştiren bukalemuna benzeyen bu kişiler bukalemun kadar bile dik duramazlar. Çünkü bukalemun tehlike anında ortama uyar. Halbuki bu sözünü ettiğimiz kişiler sadece çıkarları emrettiği için böyle davranır. Her devre hemen ayak uydururlar. İktidar kimdeyse, onların yanındadırlar. İktidarın nimetlerinden yararlanmak isteyen “her devrin adamları” içinde her meslekten adamlar vardır. Çünkü yağcılık her daim revaçtadır. İktidar da onları kullanabildikleri kadar besler. 
               
           Fikir değiştirmek, fikirleri değiştiğinde parti değiştirmek ya da dün beraber olduklarını beğenmeyince başkaları ile birlikte hareket etmekten farklıdır, her devrin adamı olmak. Daha düne kadar birilerinin peşinden giden, onun için methiyeler düzen biri nasıl olur da, o kişi gözden düştüğünde hemen yeni güçlünün yanında yer alır ve eski güçlünün aleyhinde olur? Bazıları tarafından “oportünist” (fırsatçı) ya da “dönek” diye adlandırılan bu kişiler güçlü olanları da yanıltır, gerektiğinde onları da satarlar. İnsanlar için önemli olan her devrin adamı olmak değil, her devirde adam olmaktır. 






orhankalyoncu.blogspot.com.tr                                 25.11.2019




18 Kasım 2019 Pazartesi

SİYASİ PARTİLERDE KATILIMCI DEMOKRASİYE GEÇİŞ



             

             Demokrasi, kısaca halkın kendi kendini yönetmesidir. Dünya ülkelerinin yönetim şekillerine baktığımızda demokratik sistemi, en uygun sistem olarak görürüz. Siyasi partiler de demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır. Ülkemizde de çok partili demokratik sisteme 2.Dünya Savaşının bitmesinin ardından 1946 yılında geçtik. İnişli çıkışlı birçok aşamadan geçtikten sonra 73 yılda günümüzdeki demokratik sisteme geldik. Ne kadar demokratik sorusuna herkes bulunduğu yere göre değişik yanıtlar verebilir. Ancak bir ülkenin demokratik sayılabilmesi için temel ölçüt, erkler ayrılığıdır. Yasama, yargı ve yürütmenin ayrı, bağımsız olması ve birbirlerini denetlemesi gerekir.
             
           Ülkede demokrasinin gelişmesi ve kökleşmesi için bir başka önemli konu da siyasi partilerin demokratik olması ve katılımcı demokrasiye uygun yönetilmesidir. Bu durum var mı? Siyasi partiler, anayasa, 1983 yılında kabul edilen siyasi partiler yasasına ve kongrelerinde kabul edilen tüzük ile yönetmeliklerine göre yönetilirler. Siyasi partiler yasası geçen 36 yılda pek değişmedi. Sadece 2018’de yapılan bazı değişikliklerle ittifaklara yol açıldı. Genel merkezler egemen oldukları kurultaylarda tüzük ve yönetmeliklerini bu yasaya uygun çıkarmakla beraber tabanın, üyenin söz hakkını öne çıkarmamakta ısrarlıdırlar. Bunun için genel başkanları ve yönetimlerini değiştirmek, kendileri istemediği takdirde olanaksıza yakındır. Siyasi partilerin gerçek sahibi (sayılan) üyelerin yönetimde söz sahibi olabilmesi, kendi yöneticilerini ile adaylarını seçebilmeleri için mutlaka partilerin demokratik, katılımcı, saydam ve hesap verebilir olmaları gerekir. Parti içi demokrasinin temeli de nitelikli üye yapısına geçmek ve her aşamada üyenin katılımını sağlamaktır. Bunun için izlenecek yol şöyle olmalıdır.
            
           Nitelikli Üye ve parti içi seçimler: Lider egemen siyasi partilerde demokratik yapılanma için önce üye kayıt sisteminin sağlam olması gerekir. Yani bir işe girmek ya da delege seçimlerinde oy kullandırmak için yapılan üye, partileri demokratik yapmaz. “Üye yapımız sağlıklı olmadığı için önseçim yapamayız”, dememek için üyelerin gerçekten o partinin felsefesine inanan, ona karşı görevlerini yapan, aidatını ödeyen, eğitimini alan kişiler olması gerekir. Eğer öyle olursa o zaman delege sistemine de gerek kalmaz. Genel başkan ve üst yönetim dahil tüm yönetim kademeleri ve adaylıklar üyelerin oy kullanmasıyla seçilir.
        
          Kongrelerde demokratik seçim usulü: Çarşaf Liste, parti içinde yapılacak seçimlerde tüm üyelerin oy kullanması için nitelikli üye yapısının şart olduğunu belirtmiştik. Adaylıklar içinde (belirli bir imza sayısı ön koşul olabilir) tek yöntem olarak “Çarşaf Liste” diye adlandırılan (çoktan seçmeli) seçim yönteminin tüm kongrelerde ve adaylıklarda kullanılması gerekir. Siyasi partiler, bu kararları hayata geçirdiklerinde artık demokrasi konusunda belirli bir kesimin egemenliği değil, üyenin (tabanın) iradesi öne çıkacak, adaylar da halkın adayları olacaktır. Kamplaşmalar, gruplar aza inerek parti içinde barış, kardeşlik, amaç birliği sağlanacak, böylece demokrasi tabana yayılacaktır.

 




orhankalyoncu.blogspot.com.tr     18.11.2019



         

12 Kasım 2019 Salı

ZENGİN MEMLEKETİZ


                                                          
                                                  
        Nisan 2011 yılından beri Türkiye “Açık Kapı Politikası” çerçevesinde kapısına gelen hiçbir Suriyeliyi geri çevirmeyerek resmi rakamlara göre 3,7 milyon Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapıyor. Devletimiz onlara bugüne kadar 40 milyar dolar civarında harcamada bulundu. Eğer Suriye’de oluşturulan güvenli bölgeye giderlerse de onlara orada ev verileceğinden bahsediliyor. Güzel bir şey ama bu insanlar orada neyle geçinecek? Hep hazır mı bakılacak? En önemlisi de gitmek isteyecekler mi? Ülkemizde net asgari ücretin 2,020 T.L (350 Dolar) olduğu, 847 bin emeklinin 1,000 T.L’nın altında maaş aldığı, milyonlarca vatandaşın emeklilikte Yaşa Takıldığı, yüz binlerce memurun 3600’ü beklediği, iç ve dış borçlanmada milyarlarca liranın faize gittiği gerçeğini unutmadan bu konuda Sözcü Gazetesi yazarı Rahmi Turan’a bir okuyucusundan gelen ve gazetenin 4 Kasım 2019 tarihli sayısında yayınlanan mektubuna göz atalım.
          
         Bu mektupta yazılanlara göre dört kişilik bir Suriyeli sığınmacı ailenin her bir ferdine sosyal yardım parası olarak 1,250 T.L’dan aylık 5,000 T.L, yedi çocuğu olan bu ailenin her bir çocuğu için de 895 T.L dan 6,265 T.L ödeniyormuş. Böylece bu ailenin aylık toplam geliri 11,265 T.L olmaktaymış.  Market kartları varmış. Markete para yok. Telefon için ayda 5 T.L verip bütün dünya ile görüşebiliyormuş. Biriktirdiği parasıyla otomobil almış, taksicilik yapıyormuş. Polis sormadığı için ehliyet lazım değil, plaka ise geçici olduğu için bedavaymış. İnanamadığımız bu olay şimdiye kadar tekzip edilmedi. Parasız sağlık hizmeti, eğitim, sınavsız üniversite gibi olanakları da bu mektubun yazdıklarına eklemek gerek.
            
         Devletine karşı her türlü yükümlülüğünü yerine getiren dar gelirli bir yurttaşımızın rüyasında göremeyeceği bir hayat bu. Dünyanın en gelişmiş ve zengin ülkeleri bile sığınmacıları almaktan kaçınırken olanakları sınırlı olan ülkemiz bu yükü daha ne kadar taşıyabilir? Zengin memleketiz. Paramız kısıtlıysa da gönlümüz zengin. Gelen konuklarımıza Türk insanının misafirperverliğini göstermek bizi tabi ki mutlu eder. Ancak kendi yurttaşlarımızın ekonomik sıkıntıları her geçen gün artarken, piyasalarda yaşanan durgunluk devam ederken, konkordato ilanları peş peşe gelirken, zam ve vergiler kapıda beklerken biz bu fedakarlığı daha ne kadar sürdürebiliriz?





orhankalyoncu.blogspot.com.tr      12.11.2019


 

          

10 Kasım 2019 Pazar

ATA'MIZIN İZİNDE




                                                          
                Tarihin akışını değiştiren, ona mührünü vuran büyük tehlikelere mani olan liderlere her memlekette rastlamak mümkün değildir. Atatürk dünya tarihinin nadiren gördüğü bir dehadır. Birinci Dünya Savaşından sonra, hiçbir mağlup devletin direniş göstermediği zamanda siviller ve askerlerle dünyaya meydan okumuştur.” Tarihçi İlber Ortaylı yazdığı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK adlı kitabında Atamızı böyle tanımlıyor. Özgür bir vatanda yaşamasını kendisine borçlu olan her Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı gibi bizim de Atamıza minnet borcumuz vardır. Bu minnet borcumuzu da ancak Atamızın izinden giderek ödeyebiliriz.  Bu izleri, Atatürk’ün başta kendi eliyle yazdığı Nutuk ve diğer konuşmalarında görebiliriz.
             
             Atatürk diyor ki, “Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum.  Benim manevi mirasım ilim ve akıldır.
            Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.
            Cumhuriyeti ve onun gereklerini yüksek sesle anlatınız. Bunu yüreklere yerleştirmek için elverişli olan hiçbir durumu kaçırmayınız.
            Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve her ulus kişisinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için kayıt ve şart yoktur.
            Bir ulusun asker ordusu ne kadar güçlü olursa olsun, Kazandığı zafer ne kadar yüce olursa olsun, bir ulus ilim ordusuna sahip değilse, savaş meydanlarında kazanılmış zaferlerin sonu olacaktır. Bir an önce büyük, mükemmel bir ilim ordusuna sahip olma zorunluluğu vardır.”
             
            Ata’mızın Nutuk’ta yer alan bizi idare edenlerle ilgili bir tavsiyesi daha var.
Atatürk diyor ki; “Efendiler, sırası gelmişken, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın!” Bugün 10 Kasım 2019. Kurtuluş Savaşının başkomutanı, devrimlerinin lideri, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü 81.ölüm yıl dönümünde saygı, minnet, şükran ve rahmetle anıyoruz.  Ruhu şad olsun.




orhankalyoncu.blogspot.com.tr                                           10.11.2019


4 Kasım 2019 Pazartesi

HİZİP



                                      



                                             
                 "Hizip", bir topluluk içinde ayrı bir grup oluşturan küçük topluluk, klik demektir. Daha çok siyasi partilerin içinde küçük gruplaşmalar için kullanılır. Emek ve liyakatın arka plana atıldığı, üyelerin fikirlerinin alınmadığı yani ön seçimlerin yapılmadığı siyasi partilerde yükselmenin en kolay yoludur, grup kurmak. Grup kurarak örgüt içinde örgütsüz çoğunluğa kolaylıkla hakim olabilir, kendinize yol açabilirsiniz. Sonra da, diyet borcu olduğunuz arkadaşlarınızı kollamak zorunda kalırsınız. Çünkü hizipçiliğin ana temeli “çamurdan da olsa benim adamım iyidir”, felsefesidir. Bir siyasi partinin içinde hizipçilik dediğimiz dar grupçuluk alıp başını gittiyse, kanser hücreleri gibi çürüme başlamış demektir. O partiden başarı beklenemez. Halkın dertlerine çare bulmak yerine her şeyin üstünde gördükleri grup çıkarlarını savunurlar. Bu yol, kişisel siyasi çıkarlar için uygun bir yol gibi gözükebilir ancak bir siyasi parti için asla doğru bir yol değildir. Çünkü oluşturulan grup, partinin çıkarlarından önce kendi çıkarlarını ön plana alarak aynı hedefe yürümesi gereken partideki üyelerin birlik ve beraberliğini temelinden sarsacaktır.
             
                 Ülkemizde, 1980 öncesi tüm partilerde adaylıklar delegelerin hür iradesiyle sandıkta belirlenirdi. 1983’te kabul edilen siyasi partiler yasasına göre adaylıkların belirlenme usulü partilerin tüzüklerine göre genel merkezlere bırakıldı. Ondan sonra da yavaş yavaş önseçimler azaltıldı ya da tümden kaldırıldı. Şimdi tüm adaylıklar, (gayrı resmi eğilim yoklaması veya anketler yapılarak) genel merkezlerce belirlenmektedir. Bu yöntem, yasal olabilir ancak demokratik değildir. Halkın aday yapmak istedikleri ile genel merkezin aday yapmak istedikleri çakışmayabilir. Zaten adaylıkları yukarıdan atama olarak gelenlerin de halkı değil genel merkezi dinledikleri bir gerçektir. Liyakat, emek ve üyelerin teveccühü yerine genel merkezin ve liderin teveccühünü arayanlar bunun için grup kurarak güçlü olmak peşine düşmektedirler. En küçük beldenin belediye başkan adayının bile genel merkez tarafından atanmasını da ancak genel merkezlerin güçlerini ellerinden bırakmak istememesi ile açıklayabiliriz.
              
                Siyasi partilerdeki yükselmeler ya da adaylıklar emek, çalışma, birikim ve liyakat üzerine oturtulur ve ön seçim yapılarak bu konudaki söz hakkı üyelere verilmiş olsa gruplaşmalar önlenir, partinin bütünlüğü ve amaç birliği sağlanır. Böylelikle hem partilerin hem de ülkemizin demokrasi çıtası yükselir.





orhankalyoncu.blogspot.com.tr