Eski İstanbul'u arıyorum. Henüz bu kadar büyümediği, nüfusunun 16 milyonu bulmadığı, devasa gökdelenlerin, cam giydirilmiş blokların yükselmediği, trafiğin keşmekeş olmadığı, yeşil alanlarının, parklarının imara açılmadığı, kavşaklara boğulmayan, kaldırımları, bulvarları, caddeleri geniş İstanbul’u istiyorum. Çok şey mi istiyorum? Yaşanacak bir kent hayal ediyorum. Şunu da görüyorum ki; bu tarihi kentimizi geri gelmeyecek kadar bozmuşuz. “Biz bu kente ihanet ettik”, diyenler, haklı. Siyasi İktidar sahipleri, İstanbul’u yönetenler ve bu kentte yaşayanlar el birliğiyle bu kenti yaşanmaz hale getirmişler.
Yıllar önce 1973 yılının sonlarında Uzunköprü Lisesini bitirmiş, İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu İngilizce Bölümünü kazanmıştım. Daha önceleri kısa sürelerle geldiğim İstanbul’da ilk kez uzun bir süre kalacaktım. Okulumuz yeni açılmış, orta dereceli okullara yabancı dil öğretmeni yetiştiren bir okuldu. Biz de ikinci giren öğrencileriydik. Önce Fındıkzade’de bir okulda, sonra da İstanbul Üniversitesinin Beyazıt’taki Ana Binasının yan sokağındaki tarihi bir binada eğitim gördük. Yurtta kalmadım. Aksaray- Yenikapı arasında Küçük Langa denen bir semtte 6 ay kadar tek başıma bir teras katta tek göz bir odada kaldım. Çok soğuk olduğu için kış biter bitmez, Haseki’ de kaloriferli bir bodrum katında kalan yaşça benden büyük Uzunköprülü üniversite öğrencilerinin yanına taşındım. Bir buçuk yıl da orada kaldıktan sonra orası kalabalıklaştığı için bir arkadaşımla Bakırköy semtinde kaloriferli bir bahçe katı kiraladık. Ancak gelen-giden çok olmaya başlayınca, okul bitimine yakın evden çıkartıldık. Kısa bir süre Eyüp semtinde oturan dayımın yanında, sonra da bitirme sınavlarında bir ay kadar Sirkeci’de bir otelde kaldım. Okulda yakın arkadaşlarım da Beşiktaş’ta bir ev tutmuşlardı. Oraya da gittiğim oluyordu.
O yıllar, olaylı yıllardı. 1975 yılının ortalarına kadar ortalık sakindi. Ondan sonra durulmadı ve ben 1978 yılı Şubat ayında okulu bitirmiş, aynı yıl Mayıs ayında da Uzunköprü Lisesi İngilizce öğretmenliğine atanmıştım. Aşağı yukarı dört buçuk yıl kalmıştım İstanbul’da. İstanbul'u çok sevmiştim. Kalmak için de Laleli’de bulunan yabancı dil öğreten Gök-Dil dershanesi ile prensipte anlaşmış, Uzunköprü’ye tayinim olmazsa geleceğimi söylemiştim. Tayinim olunca da Uzunköprü’de kaldım. Ara ara gelsem de, o zamandan beri ilk kez ülkemizin göz bebeği İstanbul’da 7 aydır kalıyorum. Yarım asır sonra iki İstanbul’u kıyaslama imkanım oldu. Eğer gerçekleşebilse, eski İstanbul'da yaşamayı tercih ederdim. O zaman İstanbul'un üç buçuk milyon bir nüfusu vardı. Şimdi ise ucu bucağı belli değil. Dağ taş ev. Marmara Denizi böyle kirli değil, pırıl pırıldı. Her türlü balık boldu. Büyükçekmece’den, İdealtepeye kadar, denize girilen bir sürü plaj vardı. Gülhane Parkı, Yıldız Parkına gitmeden olmazdı. Ne kadar düzeltilmeye çalışılırsa çalışılsın, orta çaplı birkaç Avrupa ülkesinin toplamından fazla nüfusa sahip İstanbul'un ihtiyaçlarına yetişilmesi mümkün olmuyor. Dünyada benzeri olmayan Boğaziçi dahil Süleymaniye Cami, Tarihi Surlar gibi tarihi eserler bile imar baskısı altında. Mimar, yazar Aydın Boysan (1921-2018) “Nereye Gitti İstanbul”, adlı kitabında şöyle yazıyor; ”İstanbul'un canı, eski surların içindeki bölgedir. Sur içi bölgesindeki tarihsel İstanbul'un utanç verici tahripleri, son 50 yılımızın marifetleri olmuştur.“
Tanınmış şairlerimizden Yahya Kemal Beyatlı’nın (1884-1958) unutulmaz “Bir Başka Tepeden”, şiirinin ilk dörtlüğü İstanbul özlemini ne kadar güzel anlatıyor; “Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul./ Görmedim, gezmediğim, sevmediğim hiç bir yer./ Ömrüm oldukça,gönül tahtıma keyfince kurul!/ Sade bir semtini sevmek bile ömre değer.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder