21 Şubat 2019 Perşembe

HALK BUNUN NERESİNDE?


    

                                                                                                                                                  
                                      
          “Demokrasi, bir kurallar bütünüdür. Siyasette de kuralları; siyasi partiler yasası, partinin tüzük ve yönetmelikleri belirler. Genel başkan, MYK ve parti meclisleri partinin sahibi değil, geçici olarak yöneticileridir. Partilerin gerçek sahipleri üyelerdir, halktır. Onun için yönetimdekiler kurallara aykırı işlem yapıp, kendilerine yönelik avantajlar sağlayamazlar. Eğer, keyfi davranılırsa, partiye oy ve gönül veren insanların karşısında inandırıcı olunamaz. Parti de, halka değil, yalnızca bir avuç siyasetçiye hizmet eder duruma düşer.”
           
          2014 yerel seçimlerinde partilerde uygulanan merkeziyetçi ve tepeden inme atamalara yönelik bir eleştiriydi yukarıdaki satırlar. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde de aday belirlenmesi sürecinde parti üyeleri devre dışı bırakılarak, genel merkezler tek karar mercii oldu. Bu uygulamaların demokratik bir yönetim tarzı olduğunu söyleyemeyiz. Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi, değil midir? Parti üyeleri adaylarını bile kendi belirleyemezse ve hatta ittifaklar nedeniyle partisine bile oy vermesi önlenirse, bu ne çeşit bir demokrasidir? Özellikle, muhalefet partileri aynı yolları deneyerek farklı sonuçlar alabilirler mi? Halk, kendisini çaresiz hissediyor. Güveneceği bir muhalif hareket bekliyor. Bunu göremeyince de sandıktan uzak durmayı yeğliyor. Halka, o umudu vermesi gereken siyasetçiler, sırça köşklerinde bunu göremeyip, masa başında siyaset mühendisliği ile sonuca varacaklarını düşünüyorlar. 
         
          Atama yöntemi, hele yerel seçimlerde hiç doğru bir yöntem değildir. Halkın istemediği bir adayı halkın seçmesi için getirilmesi, üstüne üstlük ittifaklarla da başka seçenek bırakılmaması, sağlıklı sonuç getirmez. Toplumda rahatsızlık yaratır. Toplum dayatmayı sevmez. Bir şekilde yanıt verir. Sonuç olarak; neye göre belirlediğinizi açıklamadan adayları belirleyen siz, en küçük belde de bile meclis üyeleri için üyeleri dikkate almayan siz, ittifak kuran siz, ittifak sonucu partinin adayını çekip başka bir partinin adayına oy vermemizi isteyen siz. “Peki, halk bunun neresinde?”





orhankalyoncu.blogspot.com.tr  20.02.2019


26 Ocak 2019 Cumartesi

NAYLON POŞET


                




                                            
                 Türkiye’de marketlerde naylon poşet satışı uygulaması 1 Ocak 2019 tarihinden itibaren başladı. Yasaya göre küçük plastik poşetler 25 kuruş, büyük poşetler ise 50 kuruştan marketlerde satılacak. Plastik poşetleri ücretsiz veren satış noktalarına, kapalı satış kısmının her metrekaresi için 10 lira idari para cezası kesilecek. Yılbaşından beri plastik poşet uygulamasına tüketiciler tarafından büyük tepkiler gösterildi.
              Vatandaşlar, poşet parası vermemek için alışverişe pazar arabası, bez torba, file ile gitmeye başladılar. Şimdiye kadar para ödemedikleri poşetin paralı olması vatandaşın aklına yatmadı. Poşet başına kesilen paraların %60’ının devlete ödenmesi de bunun dolaylı bir vergi olduğunu düşündürdü. Türkiye de kişi başı poşet kullanımı 44o adet olduğuna göre 25 kuruştan hesaplarsak kişi başı 110 TL tutuyor. 80 milyon olan nüfusumuz ile çarparsak 8,8 milyar TL gibi bir rakam ortaya çıkıyor. Bu da iyi bir gelir.
                 Naylon poşet 64 yıl önce 1955 tarihinde Amerika’da, 1980'lerin ortalarında da Türkiye de kullanılmaya başlanmış. Karada 350 yılda, denizde ise 750 yılda yok oluyor. Mademki naylon atıkların doğada yok olması yıllar alıyor, o halde bunun paralı olmasından ziyade parayla geri alınması daha uygun olmaz mı? Zaten sadece marketlerde uygulanan poşet satışı pazarda, seyyar satıcılarda, fırınlarda  uygulanmıyor. Marketler de sattıkları ürünleri naylon poşetler yerine kağıt torbalara, kese kağıtlarına koyarak verebilirler.
               Naylon poşetleri parayla satmak, tek başına doğayı korumaya yetmez. Çevre ve doğayı tahrip eden pet şişeleri, atık yağları, kullanılmış pilleri, kimyasal atıkları nasıl yok edeceğiz? Nehirleri kirleten fabrikaların atıklarını, dereleri yok eden HES’leri, havayı ve çevreyi kirleten termik santralleri, kurulacak nükleer santralleri ne yapacağız?

orhankalyoncu.blogspot.com.tr    27.01.2019

              

20 Ocak 2019 Pazar

ZAFERE GİDEN HER YOL

Niccola Machiavelli (1469-1527)



                         

        İtalyan düşünür ve politikacı Niccola Machiavelli'in (Makyavel-1469-1527), "zafere giden her yol mübahtır", sözü tarihe geçmiştir. Günümüzde, kazanmak, için her yolu meşru kabul edenlere bundan dolayı “Makyavelist”, denir. Amaçlarına ulaşmak için hiçbir sınırlamayı kabul etmeyen bu kişileri her zaman, her yerde görebiliriz. Onlar için hiç bir kural söz konusu değildir. Sadece başarı ve sonuç önemlidir. Ancak çağdaş toplumlarda kurallar vardır. Bu kurallar yazılı olduğu gibi yazılı da olmayabilir. Yazılı olanları yasalardır. Yazılı olmayanlar da töre, gelenek, görenekler ve toplumsal vicdandır. 
      Toplum vicdanı her şeyi kabul etmez. Başarının hakka, hukuka, kurallara, yasalara uygun olması istenir. Eğer bunlar olmadan bir kimse başarı kazanmışsa bu toplum tarafından reddedilir. Toplum bu hileli başarıyı hazmedemez. Adam zengin olmak için her şeyi mübah görebilir, yasaların arkasından dolanarak, her şeyi kılıfına uydurup, hileli iflası yutturabilir. Varlıklı olarak yaşamını sürdürebilir. Ancak toplumun vicdanından, hatta kendi vicdanından nasıl kurtulur? İnsanların yüzüne nasıl bakar? Zengin olmak kadar, onun meşru olması da o kadar önemlidir. Yalnızca ticarette mi görülür bu tip hareketler? Siyasette de, yöneticilikte de görülür. Koyduğu hedefe en kısa yoldan ulaşmak için her yolu deneyip, herkesi, her şeyi kendine basamak yapanlar eninde sonunda tökezlenir, foyası ortaya çıkar. Kendilerinden sonraki kuşaklar bile onlardan bahseder. Sonuç olarak, başarıya ulaşmak için kullanılan yolların yasal, ahlaki, meşru ve toplum vicdanında kabul edilebilir olması gerekir.



orhankalyoncu.blogspot.com.tr     20.01.2019



14 Ocak 2019 Pazartesi

ATATÜRK/BİR MİLLETİN YENİDEN DOĞUŞU


                                           

                            
                        
          

         Günümüzdeki olayları gerçekçi  değerlendirebilmek için yakın tarihimizi çok iyi bilmemiz gerekir. 20 yüzyılın başında Osmanlı Devleti bir çok olayı ve savaşı birden yaşadı.1908'de 2. Meşrutiyetin ilanı, 1911-12 yılları Balkan Harbi, 1914-1918'de 1.Dünya Savaşı, 1919-1922 yılları Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923 Lozan Anlaşması, 29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanı. Tüm bu süreçlerin sonucunda modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Arkasından Atatürk Devrimleri  geldi. Bugün özgür ve bağımsız bir vatanda yaşıyorsak, bunu büyük Önder Atatürk ve arkadaşlarına borçluyuz. Savaş meydanlarında büyük zaferler kazanmış olmasına rağmen Atatürk 1923 Şubat ayında şöyle demiştir; “Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Ulusun yaşamı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir."
      
       İngiliz gazeteci ve yazar Lord Kinross'un (1904-1976) Atatürk/Bir Milletin Yeniden Doğuşu adlı kitabı yakın tarihimiz için iyi bir kaynaktır. Yabancı bir yazarın objektif bir bakış açısıyla 5 yılda hazırladığı, Atatürk ile Kurtuluş Savaşının öncesini ve sonrasını anlatan bu kitapta; yazar, Büyük Taarruz öncesi yaşanan bir tarihi olayı şöyle anlatır; “Gazinin Başkomutanlık yetkileri, mebusların mırıldanmaları arasında, üçer aylık iki dönem için yenilenmişti. Mayıs ayında Meclis, onun hasta ve yatakta olmasından yararlanarak, üçüncü bir uzatmayı reddetti. Böylece ordu başsız kalmış oluyordu.”
      
       Gazi Mustafa Kemal hasta yatağından kalkarak askeri kıyafetlerini giydi ve Mecliste şu konuşmayı yaptı. “ O mutlu gün gelince bütün milletle birlikte, en büyük mutluluklara erişmekle şeref duyacağız. Benim başlıca ikinci bir mutluluğum olacaktır ki o da, kutsal davamıza başladığımız gün bulunduğum yere geri dönebilme olanağıdır. Milletin koynunda serbest bir fert olmak kadar, dünyada bahtiyarlık var mıdır? Gerçekleri iyi kavrayan, yürek ve vicdanında manevi ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insan için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamların hiçbir değeri yoktur”. Gazinin Mecliste yaptığı bu konuşmadan sonra başkomutanlık yetkileri milli amaca ulaşıncaya kadar uzatıldı.
              
       Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra sıra barış anlaşmasına gelmişti. Gazi Mustafa Kemal Lozan'da toplanacak Barış Konferansına gitmek üzere İsmet Paşa başkanlığında bir heyeti görevlendirdi. Bazen ara verilse de uzun süren görüşmeler sonucu Türkiye’nin tapusu olan Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalandı. Mustafa Kemal ve arkadaşları yokluklardan yılmadılar, devrin emperyalist güçlerine karşı zafer kazanarak boyun eğdirdiler. Cumhuriyetin ilanından sonra da 15 yılda birçok devrimleri başararak çağdaş bir ülke yarattılar. Atatürk bütün maddi ve manevi mirasını ülkesine armağan etti. Bir yurttaş olarak bize düşen görev; bireysel çıkarlara göre vaziyet almak değil, ülkemize sahip çıkarak, hizmet etmektir.

   


Orhankalyoncu.blogspot.com.tr                         14.01.2019
         
       
      

25 Aralık 2018 Salı

ÖNCE EKMEKLER BOZULDU


                                          
                                     
           
                          İsmet İnönü (1884-1973)
          


          Edebiyatçı, yazar Oktay Akbal’ın 1946’da yayınlanan ilk kitabındaki öyküsü “önce ekmekler bozuldu, sonra her şey… Çünkü yeryüzünde savaş vardı”, diye başlar. O dönem bir lise öğrencisi olan Oktay Akbal (1923-2015), kitabında 2. Dünya Savaşının başlarındaki Türkiye’yi anlatır. 2. Dünya Savaşı (1939-1945), insanlık tarihinin en kanlı savaşıdır. Sona erdiğinde 60-65 milyon insan ölmüştür. Bütün büyük devletlerin katıldığı bu küresel savaşta cumhurbaşkanı İsmet İnönü, tüm baskılara rağmen izlediği tarafsızlık politikaları ile Türkiye’yi savaşın dışında tutmayı başarmıştır. Türkiye, Almanya’nın yenilgisi kesinleştikten sonra 23 Şubat 1945’te Müttefiklerin yanında Almanya’ya savaş ilan etti. Ülkemiz, doğrudan doğruya savaşa katılmasa bile savaşın bütün sıkıntılarını ve zorluklarını çekmiştir. O yıllar, “yokluk yıllarıydı”. Savaş bittikten sonra 1946’da ilk defa çok partili sisteme geçildi. Bir gün seçim meydanında muhaliflerin, “sen bizi aç bıraktın”, diye bağırtması üzerine İnönü çocuklara hitaben tarihe geçecek o sözünü söyledi. “Ben sizi aç bıraktım, ama babasız bırakmadım”.
         
          Ülkemiz, çok partili sisteme geçtiği 1946’dan günümüze gelene kadar geçen 72 yılda demokrasi yolunda çok badireler atlattı. Tüm bu olanların ülkenin başına gelmesi büyük talihsizlikti. Türk milleti olarak bu olayları bir daha yaşamamak için bizi birleştiren, ulus yapan; bayrağımıza, vatanın bütünlüğüne, güzelim Türkçemize sonuna kadar sahip çıkmalıyız. Demokrasi, cumhuriyet değerleri ile Atatürk İlkelerinin de milletimizi birleştiren çimento olduğunu unutmamalıyız. Atatürk’ün tanımladığı gibi,” egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”. İşte bu demokrasidir. Hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı ile güçlenirse bu da çağdaş anlamda demokrasi olur. Yine Atamızın söylediği “yurtta barış, dünyada barış” sözünü izlersek, dış politikamız şaşmaz.
       
        Ekmek ve demokrasi aslında birbirine sımsıkı bağlı iki sözcüktür. Herkes emeğinin karşılığını ancak demokrasilerde alabilir. Demokrasi ve iyi işleyen bir adalet sistemi yoksa kazanan sadece güçlüler olur. Zayıflar ezilir ya da verilenle idare etmek zorunda bırakılır. Yine yazarımızın yazdıklarıyla bitirelim. “Dünyanın iyi bir dünya olabileceğine, insanın mavi gökyüzünü, denizi, ağaçları seyretmekle mutluluğunu yaşadığı anlara kavuşacağına inanıyoruz. Her şey ekmekle başladı, ekmekle bitecek”.





orhankalyoncu.blogspot.com.tr  24.12.2018


       











19 Aralık 2018 Çarşamba

ÇANTADA KEKLİK


                                        




       


        "Çantada keklik”, deyimini günlük yaşamda "garanti", anlamında kullanırız. Seçimler için de çok geçer. Daha önce çantada keklik gibi görülen seçimlerde, öyle olmadığını çok gördük. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra 1983’te yapılan ilk genel seçimlerde Güvenlik Konseyinin desteklediği Em. General Turgut Sunalp’in genel başkanı olduğu Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) seçimin favorisiydi. Ancak yapılan seçimleri Turgut Özal başkanlığındaki Anavatan Partisi (ANAP) kazandı. Necdet Calp başkanlığındaki Halkçı Parti ikinci, MDP ise üçüncü parti oldu. 1989 yerel seçimlerinde de Bedrettin Dalan ANAP’ın İstanbul belediye başkanı olarak girdiği seçimleri kaybetti. Seçimler öncesi kamuoyunda hakim görüş, seçimleri onun kazanacağı yönündeydi. Ancak seçimleri, Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) adayı Prof. Dr. Nurettin Sözen kazandı.Yani, seçimlerin çantada keklik olmadığı bir kere daha kanıtlanmış oldu.
        
         Az sayıda bazı yerlerde CHP'sinin eğilim yoklaması yapması dışında tüm siyasi partiler, 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde yarışacak adaylarını genel merkezden belirledi." Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesidir", denilse de, siyasi partilerin üyeleri, kendi adaylarını belirleyemiyor. Halk, genel merkezlerin seçtiği adaylara oy vermek zorunda kalıyor. Buna da biz demokrasi diyoruz. Siyasi partilerin içinde demokrasi olmazsa, ülkede demokrasi olur mu? Sonuç olarak genel merkezler, 1980 darbesinden sonra çıkarılan siyasi partiler ve seçim yasalarına göre yetkilerini kullanıyorlar. Siyasi partiler yetkilerini kullanırken, tercihlerini liyakatli, birikimli, tecrübeli ve emek harcayanlardan yana mı, yoksa kendilerine yakın olanlardan yana mı kullanacaklar? Bütün mesele bu. Siyasi partiler halka hizmet için kurulur ve faaliyet gösterirler. Onun için objektif kriterlere göre hareket etmek onların halka karşı sorumluluğudur. Uzunköprü’de CHP’si 10 yıldır elinde olan belediye başkanlığında adayını yeniledi. Oy oranlarına bakarsak CHP yerel seçimlerde Uzunköprü’de birinci partidir. Ancak seçimler, “çantada keklik” değildir.

    


    orhankalyoncu.blogspot.com.tr      19.12.2018



10 Aralık 2018 Pazartesi

KARA TREN GELMEZ OLA


                                                            

 
         
    


               Kara tren gecikir, belki hiç gelmez.
               Dağlarda salınır da derdimi bilmez.
               Dumanın savurur, halimi görmez.
               Gam dolar yüreğim, gözyaşım dinmez.
     
      “Hu! Gız Atçe, ne bu türkü ?”
      “Asiye inge, tren kazasından beri uyku tutmuyo.
        Komşumuzun gencecik kızı  gitti."     
      “He ya, tam yirmi beş can kayboldu. On üç can bizim 
        kasabadanmış. Gader mi gız bu?"
              
     “Gader mi yoğsam iimal mi?”
     “İimal, iimal. Baksana, yaamırdan rayların altı
       boşalmış.”
     “İç mi bakmazlar?”
     “Bu kere bakmamışlar.”
     “Olan bu günaasızlara oldu. Ana baba kuzuları na yere 
       gittiler.”
     
     “N’olcak şimdi? Esap sorcaklar mı?”
     “Giden gittiğiyle kalmasın.”
     “He ya. Bi daa olmaması için görevini yapmayanlardan 
       esap sorulmalı.”
     “Adalet yerini bulmalı. 
       Geride kalanların gözyaşlarının biraz olsun dinmesi için 
       esap sorulmalı."
       
     “Bu acı iç dinmez.”
     “Üle amma devlet onların yanında olduunu issettirmeli, 
       onların yaralarını sarmalı."
     “Devlet, devletse üle yapar."
         
            Kara tren gecikir, belki hiç gelmez. 
            Dağlarda salınır da derdimi bilmez.
            Dumanı savurur, halimi görmez. 
            Gam dolar yüreğim, gözyaşım dinmez.
   
    


orhankalyoncu.blogspot.com.tr    10.12.2018