8 Mart 2019 Cuma

21.YÜZYILIN UZUNKÖPRÜ'SÜ


 


                                
             Türklerin, Avrupa’da 1444 yılında kurdukları ve önce Ergene sonra Cisr-i Ergene (Ergene Köprüsü) adını verdikleri ilk yerleşim yeri olan Uzunköprü 21. yüzyılın ilk çeyreğinin tamamlanmasına az bir süre kala halen alt yapı hizmetlerini tamamlamaya çalışıyor. Yenilenen şehir su şebeke hattının abonelere bağlanmasında sona yaklaşıldı. OREKAB (Orta Edirne Katı Atık Birliği) Katı Atık Düzenli Depolama Tesisi ve Uzunköprü Evsel Atık Su Arıtma Tesislerinin de yakın bir gelecekte devreye girmesi beklenirken, elektrik kabloların yer altına alınması çalışmaları da devam ediyor. Verilen sözlere göre, bu bahar geleceği söylenen doğalgazdan sonra yollar da yapılacaktır. Böylece alt yapı hizmetlerinde geç kalınmış olsa da, yeni seçilecek belediye başkanına bu konuda fazla iş düşmeyecektir. En azından bu konulara daha az kaynak ve emek ayıracaktır.
            
            31 Mart 2019 yerel seçimler öncesinde, Uzunköprü'de iki büyük parti kıyasıya bir yarışa hazırlanırken, hangi partinin ipi göğüsleyeceği konusunda, 10 yıldır belediyede iktidar olan CHP’sinin bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz. Bu seçimlerin önceki yerel seçimlerden bazı farkları var. Birinci fark, bu yerel seçimlerde gerçekleşen ittifaklar. Uzunköprü’de belediye başkanlık seçimlerine CHP ve İYİ Parti, Millet İttifakı çatısı altında birleşerek, AKP, MHP, Saadet, DP ise tek başlarına giriyorlar. İkinci fark ise başa güreşen iki partinin de Uzunköprü’nün siyasi tarihinde ilk kez kadın adaylarıyla yarışacak olmasıdır.
             
            Uzunköprü'de, alt yapı yatırımlarından başka bazı üst yapı yatırımları da gerçekleşti. Tarihi eserler restorasyonu, meydanlar, parklar, kültür merkezi hayata geçti. Uzunköprü Belediyesini 5 yıl yönetecek kadroları bekleyen başka sorunlar da var.  Başta gelen sorun işsizlik. Artık “belediyeler iş bulmak zorunda değil, bu merkezi yönetimin işi”, diyemiyoruz. Tunceli-Ovacık, Beypazarı, İzmir, Eskişehir ve Silivri’de olduğu gibi belediyeler lavanta, çiçek, ev-el işleri, hayvancılık ve tarım konularında kooperatifçiliği teşvik ederek üretimi arttırıyor ve iş imkanı yaratıyorlar. Böylece insanların göç etmeden yerinde kalmaları sağlanıyor. 
              
           Uzunköprü’de yaşayan bir yurttaş olarak yeni belediye yönetiminin yapması gerekenleri şöyle önerebilirim;
·       
  1.           Kırkkavak Deresinin temizlenmesi, etrafının düzenlenerek               yürüyüş ve bisiklet yollarının yapılması,
  2. ·        Mazhar Müfit Kansu Parkının ve Tarihi Köprü’nün her iki yanının yeşil alan ve festival alanı olarak düzenlenmesi,
  3. ·        Cumhuriyet Meydanının büyütülmesi,
  4. ·        Kent merkezinde parkların arttırılması,
  5. ·        Kapalı ve açık oto parkların yapılması,
  6. ·        Terminal,
  7. ·        Pazar yerinin yapılması
  8. ·        Yolların parke taş ve asfalt kaplanması
  9. ·        Tarihi çeşmelerin restorasyonu.
   
            Bunların dışında Uzunköprü'nün merkezi iktidardan beklediklerini de şöyle sıralayabiliriz; doğal gazın getirilmesi, tarihi Uzunköprü’nün aslına uygun restorasyonu, Ergene Nehrinin ve Havzasının temizlenmesi, kent hastanesi, adliye ve hükümet binasının yapılması, eski yüksek okul binasına huzur evinin açılması, Trakya Üniversitesinin Uzunköprü’de düşürülen kapasitesinin arttırılması. Kısaca; Uzunköprülüler, tarihi kentlerinin yaşanacak bir şehir haline gelmesini istiyorlar.






orhankalyoncu.blogspot.com.tr      12.03.2019



                 


5 Mart 2019 Salı

DEVŞİRME


                                          

 

              Osmanlı Devleti, fethettiği topraklardan, özellikle Rumeli ve Balkanlardan, Hıristiyan genç ve yetenekli çocukları alır, sıkı bir eğitimden geçirerek üstün bir asker ve yönetici sınıfı oluştururdu. Devşirilen çocuklar eğer güçlü ve dövüşmeye yatkınsa yeniçeri, devlet işlerine yatkınsa Saraya alınırdı. Bu devşirme sistemi, Osmanlı Devletine pek çok komutan ve devlet adamı kazandırmıştır.
             
            Tarihin tozlu sayfalarında kaldığını düşündüğümüz  buna benzer bir sistem, günümüzde de bazı spor dallarında geçerliliğini koruyor. Avrupa ülkeleri bazen sömürgelerinden ve fakir Afrika ülkelerinden gençleri, kendi milliyetine geçirerek devşirmekte, bazen de büyük paralarla transferler yaparak kendi adlarına oynatmaktadır. Ülkemizde de atletizm, masa tenisi ve güreş gibi spor dallarında devşirme sistemi uygulanmakta, futbolda ise büyük paralar karşılığında yabancı futbolcular transfer edilmektedir. Hedef, başarı çıtasını yükselterek büyük paraların döndüğü spor dünyasından aslan payını almak, taraftarlarına başarı yaşatmak ve spor tarihine geçmektir.
              
          Ancak bu devşirilen ya da transfer edilen sporcularla elde edilen başarılar kalıcı mıdır? 14 Şubat 2019 Perşembe akşamı İstanbul’da oynanan Benfica (Portekiz) maçına Galatasaray 11 yabancı oyuncu ile sahaya çıktı. Bir Türk takımı olduğu için başarılarıyla övünsek de, düşünmeden edemedim. Nerede 11 Türk oyuncuyla sahaya çıkan Galatasaray? Nerede yeni Metin Oktay’lar, Turgay Şeren’ler, Candemir Berkman’lar? Sadece Galatasaray değil, diğer takımlarımız da aynı durumda. Taşıma suyla değirmen dönmeyeceği çok açıktır. Trabzonspor gibi bazı kulüpler Altınordu Spor Kulübü’nü örnek alarak özüne dönmeye başlamışlar.
             
        İlgisiz gibi görünse de politikada da devşirme ve transferler olmuyor mu? Oluyor kuşkusuz. Eskiden sağdan sola, soldan sağa geçince büyük olay olurdu. 1977 yılında yapılan milletvekili seçimlerinden sonra Bülent Ecevit liderliğindeki CHP’sinin iktidar olması için 11 milletvekiline ihtiyacı vardı. Güneş Motel olayı diye tarihe geçen bu olayda Adalet Partisinden seçilen 11 milletvekili transfer edilerek bakan yapıldı.
            
          Daha sonra bu gibi olaylar bireysel bazda sık sık tekrar edilerek transfer rekoru kıranlar bile oldu. Altı-yedi parti değiştirenler mi istersiniz? Sağcı-muhafazakar bir partiden yola çıkarak sosyal demokrat bir partiye geçenler mi?  Yoksa bir zamanlar Komünist Partisi üyesi iken soluğu sağcı bir partide alan mı? Kim ne derse, desin? Taş yerinde ağırdır. Eskiden bir doğrultu tutarlılığı, bir görüş ahlakı vardı. Her şey gibi, onların yerinde de artık yeller esiyor.
            
                 





orhankalyoncu.blogspot.com.tr     05.03.2019

         

25 Şubat 2019 Pazartesi

SİYASİ DURUŞ


                                                       
                     
             Her insanın; bir siyasi duruşu, dünya görüşü, inandığı doğruları, ilkeleri olmalıdır. Zamana zemine göre görüş ve tavır değiştirmemelidir. Siyasette, iş birliği olabilir, koalisyon kurulabilir, ittifakta olur. Bunlar kendi görüşünü muhafaza ederek belli konularda işbirliğini kapsar. Yoksa dün savunduğun fikrin birden tam tersini savunmaya başlarsan, dün, demediğini bırakmadığın siyasetçinin bugün koluna girersen inandırıcılığını yitirirsin. Sana kimse inanmaz. Doğrultu tutarlılığı, siyasette olduğu gibi yaşamın her alanında da gereklidir.
        Siyaset; sadece makam, mevki için yapılmaz. Vatan, millet için yapılır. Amaç,ülkenin çağdaş uygarlık yolunda ilerlemesi, medeniyet ailesi içinde yer alması, olmalıdır. İnsanları yönetmek sanatı olan siyaset aslında kutsal bir görevdir, halkın emanetidir. Her siyasetçi, zamanı gelince emaneti halka lekesiz olarak teslim edebilmelidir. Her yurttaşın, doğru zamanda, doğru zeminde, doğru kişilerle siyaset yapma hakkı vardır. Halkın kendi kendini yönetmesi demek olan demokrasiye ancak  böyle sahip çıkılabilir. Bazı kişilerin şöyle söylediğini duyar gibiyim, “İyi ama siyaset kirlendi, siyasetçilerin çoğu doğru söylemiyor, bireysel çıkar için politika yapıyorlar. En iyisi, siyasete hiç girmeyelim." Bu görüşte doğruluk payı yok değil, ama yine de halkın, siyasetin kalitesinin yükselmesi için kendi yönetimine sahip çıkması gerekir. 
        Uygar, eşit, saydam ve özgür bir yaşam ancak demokrasilerde mümkündür. Geldiğimiz noktada, ülkemizdeki sorunlar dağ gibi önümüzde dururken, yerel seçimler öncesi koltuk endeksli politikaların yapıldığını görmekteyiz. Demokratik kurallar ve ilkeler bir kenara savrulurken kazanmak için her şey meşru kabul edilmekte, ittifaklar kurulmakta, ittifaklar bozulmakta, transferler olmakta ama hiç kimse halka düşüncesini sorma gereği duymamaktadır. Halk, takip edeceği siyasetçilerden sağlam bir siyasi duruş beklemektedir.  



orhankalyoncu.blogspot.com.tr            25.02.2019   

                    




21 Şubat 2019 Perşembe

HALK BUNUN NERESİNDE?


    

                                                                                                                                                  
                                      
          “Demokrasi, bir kurallar bütünüdür. Siyasette de kuralları; siyasi partiler yasası, partinin tüzük ve yönetmelikleri belirler. Genel başkan, MYK ve parti meclisleri partinin sahibi değil, geçici olarak yöneticileridir. Partilerin gerçek sahipleri üyelerdir, halktır. Onun için yönetimdekiler kurallara aykırı işlem yapıp, kendilerine yönelik avantajlar sağlayamazlar. Eğer, keyfi davranılırsa, partiye oy ve gönül veren insanların karşısında inandırıcı olunamaz. Parti de, halka değil, yalnızca bir avuç siyasetçiye hizmet eder duruma düşer.”
           
          2014 yerel seçimlerinde partilerde uygulanan merkeziyetçi ve tepeden inme atamalara yönelik bir eleştiriydi yukarıdaki satırlar. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde de aday belirlenmesi sürecinde parti üyeleri devre dışı bırakılarak, genel merkezler tek karar mercii oldu. Bu uygulamaların demokratik bir yönetim tarzı olduğunu söyleyemeyiz. Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi, değil midir? Parti üyeleri adaylarını bile kendi belirleyemezse ve hatta ittifaklar nedeniyle partisine bile oy vermesi önlenirse, bu ne çeşit bir demokrasidir? Özellikle, muhalefet partileri aynı yolları deneyerek farklı sonuçlar alabilirler mi? Halk, kendisini çaresiz hissediyor. Güveneceği bir muhalif hareket bekliyor. Bunu göremeyince de sandıktan uzak durmayı yeğliyor. Halka, o umudu vermesi gereken siyasetçiler, sırça köşklerinde bunu göremeyip, masa başında siyaset mühendisliği ile sonuca varacaklarını düşünüyorlar. 
         
          Atama yöntemi, hele yerel seçimlerde hiç doğru bir yöntem değildir. Halkın istemediği bir adayı halkın seçmesi için getirilmesi, üstüne üstlük ittifaklarla da başka seçenek bırakılmaması, sağlıklı sonuç getirmez. Toplumda rahatsızlık yaratır. Toplum dayatmayı sevmez. Bir şekilde yanıt verir. Sonuç olarak; neye göre belirlediğinizi açıklamadan adayları belirleyen siz, en küçük belde de bile meclis üyeleri için üyeleri dikkate almayan siz, ittifak kuran siz, ittifak sonucu partinin adayını çekip başka bir partinin adayına oy vermemizi isteyen siz. “Peki, halk bunun neresinde?”





orhankalyoncu.blogspot.com.tr  20.02.2019


26 Ocak 2019 Cumartesi

NAYLON POŞET


                




                                            
                 Türkiye’de marketlerde naylon poşet satışı uygulaması 1 Ocak 2019 tarihinden itibaren başladı. Yasaya göre küçük plastik poşetler 25 kuruş, büyük poşetler ise 50 kuruştan marketlerde satılacak. Plastik poşetleri ücretsiz veren satış noktalarına, kapalı satış kısmının her metrekaresi için 10 lira idari para cezası kesilecek. Yılbaşından beri plastik poşet uygulamasına tüketiciler tarafından büyük tepkiler gösterildi.
              Vatandaşlar, poşet parası vermemek için alışverişe pazar arabası, bez torba, file ile gitmeye başladılar. Şimdiye kadar para ödemedikleri poşetin paralı olması vatandaşın aklına yatmadı. Poşet başına kesilen paraların %60’ının devlete ödenmesi de bunun dolaylı bir vergi olduğunu düşündürdü. Türkiye de kişi başı poşet kullanımı 44o adet olduğuna göre 25 kuruştan hesaplarsak kişi başı 110 TL tutuyor. 80 milyon olan nüfusumuz ile çarparsak 8,8 milyar TL gibi bir rakam ortaya çıkıyor. Bu da iyi bir gelir.
                 Naylon poşet 64 yıl önce 1955 tarihinde Amerika’da, 1980'lerin ortalarında da Türkiye de kullanılmaya başlanmış. Karada 350 yılda, denizde ise 750 yılda yok oluyor. Mademki naylon atıkların doğada yok olması yıllar alıyor, o halde bunun paralı olmasından ziyade parayla geri alınması daha uygun olmaz mı? Zaten sadece marketlerde uygulanan poşet satışı pazarda, seyyar satıcılarda, fırınlarda  uygulanmıyor. Marketler de sattıkları ürünleri naylon poşetler yerine kağıt torbalara, kese kağıtlarına koyarak verebilirler.
               Naylon poşetleri parayla satmak, tek başına doğayı korumaya yetmez. Çevre ve doğayı tahrip eden pet şişeleri, atık yağları, kullanılmış pilleri, kimyasal atıkları nasıl yok edeceğiz? Nehirleri kirleten fabrikaların atıklarını, dereleri yok eden HES’leri, havayı ve çevreyi kirleten termik santralleri, kurulacak nükleer santralleri ne yapacağız?

orhankalyoncu.blogspot.com.tr    27.01.2019

              

20 Ocak 2019 Pazar

ZAFERE GİDEN HER YOL

Niccola Machiavelli (1469-1527)



                         

        İtalyan düşünür ve politikacı Niccola Machiavelli'in (Makyavel-1469-1527), "zafere giden her yol mübahtır", sözü tarihe geçmiştir. Günümüzde, kazanmak, için her yolu meşru kabul edenlere bundan dolayı “Makyavelist”, denir. Amaçlarına ulaşmak için hiçbir sınırlamayı kabul etmeyen bu kişileri her zaman, her yerde görebiliriz. Onlar için hiç bir kural söz konusu değildir. Sadece başarı ve sonuç önemlidir. Ancak çağdaş toplumlarda kurallar vardır. Bu kurallar yazılı olduğu gibi yazılı da olmayabilir. Yazılı olanları yasalardır. Yazılı olmayanlar da töre, gelenek, görenekler ve toplumsal vicdandır. 
      Toplum vicdanı her şeyi kabul etmez. Başarının hakka, hukuka, kurallara, yasalara uygun olması istenir. Eğer bunlar olmadan bir kimse başarı kazanmışsa bu toplum tarafından reddedilir. Toplum bu hileli başarıyı hazmedemez. Adam zengin olmak için her şeyi mübah görebilir, yasaların arkasından dolanarak, her şeyi kılıfına uydurup, hileli iflası yutturabilir. Varlıklı olarak yaşamını sürdürebilir. Ancak toplumun vicdanından, hatta kendi vicdanından nasıl kurtulur? İnsanların yüzüne nasıl bakar? Zengin olmak kadar, onun meşru olması da o kadar önemlidir. Yalnızca ticarette mi görülür bu tip hareketler? Siyasette de, yöneticilikte de görülür. Koyduğu hedefe en kısa yoldan ulaşmak için her yolu deneyip, herkesi, her şeyi kendine basamak yapanlar eninde sonunda tökezlenir, foyası ortaya çıkar. Kendilerinden sonraki kuşaklar bile onlardan bahseder. Sonuç olarak, başarıya ulaşmak için kullanılan yolların yasal, ahlaki, meşru ve toplum vicdanında kabul edilebilir olması gerekir.



orhankalyoncu.blogspot.com.tr     20.01.2019



14 Ocak 2019 Pazartesi

ATATÜRK/BİR MİLLETİN YENİDEN DOĞUŞU


                                           

                            
                        
          

         Günümüzdeki olayları gerçekçi  değerlendirebilmek için yakın tarihimizi çok iyi bilmemiz gerekir. 20 yüzyılın başında Osmanlı Devleti bir çok olayı ve savaşı birden yaşadı.1908'de 2. Meşrutiyetin ilanı, 1911-12 yılları Balkan Harbi, 1914-1918'de 1.Dünya Savaşı, 1919-1922 yılları Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923 Lozan Anlaşması, 29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanı. Tüm bu süreçlerin sonucunda modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu. Arkasından Atatürk Devrimleri  geldi. Bugün özgür ve bağımsız bir vatanda yaşıyorsak, bunu büyük Önder Atatürk ve arkadaşlarına borçluyuz. Savaş meydanlarında büyük zaferler kazanmış olmasına rağmen Atatürk 1923 Şubat ayında şöyle demiştir; “Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Ulusun yaşamı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir."
      
       İngiliz gazeteci ve yazar Lord Kinross'un (1904-1976) Atatürk/Bir Milletin Yeniden Doğuşu adlı kitabı yakın tarihimiz için iyi bir kaynaktır. Yabancı bir yazarın objektif bir bakış açısıyla 5 yılda hazırladığı, Atatürk ile Kurtuluş Savaşının öncesini ve sonrasını anlatan bu kitapta; yazar, Büyük Taarruz öncesi yaşanan bir tarihi olayı şöyle anlatır; “Gazinin Başkomutanlık yetkileri, mebusların mırıldanmaları arasında, üçer aylık iki dönem için yenilenmişti. Mayıs ayında Meclis, onun hasta ve yatakta olmasından yararlanarak, üçüncü bir uzatmayı reddetti. Böylece ordu başsız kalmış oluyordu.”
      
       Gazi Mustafa Kemal hasta yatağından kalkarak askeri kıyafetlerini giydi ve Mecliste şu konuşmayı yaptı. “ O mutlu gün gelince bütün milletle birlikte, en büyük mutluluklara erişmekle şeref duyacağız. Benim başlıca ikinci bir mutluluğum olacaktır ki o da, kutsal davamıza başladığımız gün bulunduğum yere geri dönebilme olanağıdır. Milletin koynunda serbest bir fert olmak kadar, dünyada bahtiyarlık var mıdır? Gerçekleri iyi kavrayan, yürek ve vicdanında manevi ve kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insan için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamların hiçbir değeri yoktur”. Gazinin Mecliste yaptığı bu konuşmadan sonra başkomutanlık yetkileri milli amaca ulaşıncaya kadar uzatıldı.
              
       Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra sıra barış anlaşmasına gelmişti. Gazi Mustafa Kemal Lozan'da toplanacak Barış Konferansına gitmek üzere İsmet Paşa başkanlığında bir heyeti görevlendirdi. Bazen ara verilse de uzun süren görüşmeler sonucu Türkiye’nin tapusu olan Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalandı. Mustafa Kemal ve arkadaşları yokluklardan yılmadılar, devrin emperyalist güçlerine karşı zafer kazanarak boyun eğdirdiler. Cumhuriyetin ilanından sonra da 15 yılda birçok devrimleri başararak çağdaş bir ülke yarattılar. Atatürk bütün maddi ve manevi mirasını ülkesine armağan etti. Bir yurttaş olarak bize düşen görev; bireysel çıkarlara göre vaziyet almak değil, ülkemize sahip çıkarak, hizmet etmektir.

   


Orhankalyoncu.blogspot.com.tr                         14.01.2019