31 Ekim 2020 Cumartesi

DÜNYA'NIN HALİ


 

 


          21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamamıza çok az bir süre kala dünyanın içinde bulunduğu durum pek iç açıcı değil. Tüm ülkeler, Corona (Covid-19) gibi küresel bir salgınla mücadele ederken, aşı ve ilaç araştırmalarının hız kazandığı bir süreçte hastalık ve can kayıpları her geçen gün artıyor. Görünen o ki; çözüm için belirsiz bir süre daha bekleyeceğiz.

          Onun dışında bizi de yakından etkileyen hayatın akışı içinde dış dünyada neler oluyor? Etrafımızda savaşlar ve krizler sürüyor. En son Azerbaycan, topraklarını işgal eden Ermenistan’dan Dağlık Karabağ Bölgesini geri almak için savaşıyor. Bu haklı davasında kardeş Azerbaycan devletinin yanında duruyoruz. Türkiye olarak Doğu Akdeniz’de doğal gaz ve enerji kaynakları için başta Yunanistan, Fransa olmak üzere bazı diğer ülkelerle mücadele ediyoruz. Akdeniz’de Mavi Vatan için Libya’da meşru hükümetin yanında tavır alıyoruz. Suriye’de barış sağlanmış değil. Bizim de müdahil olduğumuz henüz sonu belli olmayan bir süreç devam ediyor. Amerika Birleşik Devletlerinde tüm dünyayı ilgilendiren bir başkanlık seçimi var. Bir tarafta Cumhuriyetçi Parti’nin adayı başkan Donald Trump, diğer tarafta Demokrat Parti adayı Joe Biden. 

         İçeride neler oluyor, biraz anımsayalım; Küresel salgının önlenemeyen artışı devam ediyor. Döviz artışı tahminlerin üzerinde, faizler artıyor. Enflasyon, hayat pahalılığı ve işsizlik her geçen gün yükseliyor. İzmir ve çevresinde 6,9 şiddetinde büyük bir deprem oldu. Can kayıplarımız ve yaralılar var. Halkımız sabırla sorunlara çare bekliyor. Siyaset çözüm üretmeli, iktidar yapamıyorsa, muhalefet bir çıkış yolu olduğunu göstermelidir.

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr      31.10.2020

                

               

 

                   

                  

 

25 Ekim 2020 Pazar

YİYİN EFENDİLER YİYİN

 

                       

 

            70’lerin başında Uzunköprü Lise’sinde öğrenciydim. O zaman okullarda sık sık edebiyat, tiyatro, müzik etkinlikleri düzenlenirdi. Bir akşam okulda böyle bir etkinlik düzenlendi. Etkinlikteki diğer gösterileri tam anımsamıyorum. Ama çok iyi anımsadığım, hiç unutmadığım bir şiir vardı. Bu şiiri, İstanbul’dan yabancı bir kolejden naklen gelen (daha sonra üniversiteyi bitirdikten sonra genç yaşta aramızdan ayrılan) bir öğrenci arkadaşımız okudu. O şiirin bir kısmı şöyleydi;

          Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,

          Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

          Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak,

          Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!

          Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,

          Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak,

          Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,

          Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.

          Şiir okunurken şiirin, bir kısım okul yöneticileri tarafından hoşnutsuzlukla karşılandığını ve yarıda kesilmek istendiğini anımsıyorum.Türk Edebiyatında iz bırakan Han-ı Yağma adlı bu şiir, büyük Türk şairi Tevfik Fikret'e (1867-1914) aittir. 1908 yılında 2.Meşrutiyet’in ilanına kadar 2. Abdülhamit’i eleştiren şiirler yazan Tevfik Fikret, 1912’de meclisin kapatılması üzerine İttihat ve Terakki’ye muhalif şiirler yazmıştır. “Doksan Beşe Doğru”,  şiirini, bu şiir takip etmiştir.

         Şair, bir asır önce yazdığı bu şiirde, “yiyin efendiler yiyin”, derken acaba, “efendiler”, sözcüğü ile kimi kastediyor olabilir? Padişah ve iktidardakileri mi?İmtiyazlı bir kesimi mi? Üst düzey yöneticileri mi? Yoksa hepsini mi? Bir asır önce yazılan bu şiir bugün bile bazı gerçekleri dile getirmiyor mu?

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr                    25.10.2020

 

17 Ekim 2020 Cumartesi

İĞNELİ KOLTUK

 

Makam Koltuğu

                                      

                       

     Her zaman eleştiri almaya açık bazı koltuklar vardır. Toplumu idare edenlerin koltuklarıdır bunlar. Adeta iğneli koltuktur. O koltuklarda oturanlar, bu durumu bilerek oraya oturmuşlardır. Özellikle halkın oyuyla bir yere gelen seçilmişler, halkın gözünde bürokratlardan farklıdır. O yüzden halk onlara hesap sorabilmeyi, eleştirmeyi kendinde hak görür. Siyasetçiler de, bunu hoşgörüyle karşılamasını bilmelidir. Bu yönetici olmanın gereğidir. Bu yöneticilerin bir kısmı oturduğu koltuktan güç alır, bir kısmı da oturduğu koltuğa güç verir. Siyasetin amacı koltuğa oturmak değil, o koltuğun hakkını vermektir. Koltuktan güç almak için koltuğa oturulursa, kalktığınızda arkanızdan gelen hiç kimseyi bulamazsınız. Önemli olan makamdan indikten sonra da kişinin saygınlığını devam ettirmesi, değil midir?

         Kısacası koltuk sahipleri demokrat olmalı, eleştirilere kulak vermelidir. Öyle olması için de önce demokrasinin partilerde tam manasıyla uygulanması, üyelerin kendi temsilcilerini kendilerinin seçmeleri ve seçtiği yöneticileri denetlemesi gerekir. Her zaman demokratik, katılımcı, saydam, hesap verebilir, eşitlikçi, liyakata bağlı adil yönetimlerden bahsederiz ama uygulamada bunu pek göremeyiz. Ortak akla dayalıyız deriz ama kimseye danışmaya gerek görmeyiz. Bir yeri yönetmek orada sadece kendi hakimiyetini kurmak değildir. İyi bir yönetici, kadrosunu kurarken eşe, dosta, arkadaşa göre değil bilgiye, birikime, deneyime, ehliyete ve liyakata göre hareket eder.

        İktidarlar, daima muhalefet tarafından denetlenir ve eleştirilir. Eleştiri doğruyu bulmak için yapıldığında en az yapılan icraatlar kadar kıymetlidir. Ancak iktidarda olanlar eleştiriyi pek sevmez. İktidardan kastım yalnızca ülkeyi yöneten hükümet değil, onunla beraber bir siyasi parti, bir yerel yönetim ya da herhangi bir sivil toplum kuruluşu olabilir. İş başına gelen kendine özgüveni olmayan bazı yönetimlerin yaptıkları ilk iş, eleştirileri önlemeye çalışmaktır. Bu sindirme yöntemleri arasında bazen sopa bazen de havuç kullanılır. Eleştirilere fikirle yanıt verilemezse, bu kez eleştirenin kişiliği eleştirilir. Bu klasik bir taktiktir. İstenen uslu çocuk olmalarıdır. Bunun demokrasiyle ilgisi yoktur ama zaten demokrasi isteyen de yoktur.


 

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr       17.10.2020

 

                 

   

                  

 

                  

              


 

 


15 Ekim 2020 Perşembe

TARİHİN EN BÜYÜK İNSANLIK DRAMI

2. Dünya Savaşı (1939-1945)
             

                            

                       

          Yakın tarihin en büyük insanlık dramı 1939’da başlayıp, 1945’te sona eren İkinci Dünya Savaşında yaşanmış, bu savaş sona erdiğinde 60 ile 65 milyon arası insan ölmüştür. Bu karanlık sayfaları yazanların başında İtalya'da Mussolini, Faşizm, Almanya'da Hitler, Nazizm rejimleriyle ülkelerini baskı altına almışlar ve dünyayı felakete sürüklemişlerdir. Yahudileri ve muhalifleri toplama kamplarına göndererek katletmişlerdir. Primo Levi (1919-1987), Nazi Toplama Kamplarına gönderilen binlerce insandan biriydi. "Bunlar Da Mı İnsan", adlı kitabında bu toplama kamplarındaki akla hayale gelmeyen işkenceleri ve zulmü yazdı. 1919’da Torino’da dünyaya gelen kimya öğrenimi gören Primo Levi Yahudi cemaatine mensup bir İtalyan idi. İtalyan direnişçilerine katıldığı için13 Aralık 1943’te tutuklanmış, iki ay sonra da (1944) Polonya’daki Auschwitz Toplama Kampına gönderilmişti. Savaş sonunda, 27 Ocak 1945’te özgürlüğüne kavuştuğunda toplama kampına beraber gönderildiği 650 kişiden, sağ kurtulan 20 kişiden biriydi. 

            Tarihi sorumlulukla, insanlığın bu utanç günlerinin unutulmaması, gelecek kuşaklara aktarılması ve bir daha yaşanmaması için hemen Aralık 1945-Ocak 1947 tarihleri arasında başından geçenleri tuttuğu günlük notlara bakarak satırlara döktü. Yazdığı kitap 6 dile çevrildi. Primo Levi, Türkiye’de ilk baskısı1996’da yapılan ve Türkçe’ye Zeyyat Selimoğlu’nun çevirdiği kitabıyla ilgili sorulan sorulara, yaşadığı tecrübenin ışığında, verdiği yanıtlarda (sayfa 215-216) otoriter yönetimlerin karakteristik özelliklerini şöyle anlatıyor: “Otoriter bir devlette durum böyle değildir. Gerçek tektir, yukarıdan belirlenmiştir; gazetelerin hepsi aynıdır. Hepsi bir tek gerçeği yineler. 1924 ile 1945 arasında İtalya’da durum buydu.” “Otoriter bir devlette, gerçeği değiştirmek, geriye bakarak tarihi yeniden yazmak, haberleri çarpıtmak, gerçek olanları bastırıp yalan haberler eklemek meşru görülür. Bilginin yerini propaganda alır. Gerçekten de böyle bir ülkede hakları olan bir yurttaş değil, bir kulsundur ve bir kul olarak devlete (ve kişiliğinde devleti somutlaştıran diktatöre) fanatik bir bağımlılık ve körü körüne bir itaatle yükümlüsündür.”

         Diktatörlerin neden olduğu böyle kanlı savaşların ve dramların bir daha yaşanmaması için insanlık gerekli dersleri çıkarmış, bunun sonucunda; dünya barışının bir an önce sağlanması gerektiği, insan haklarının önemli olduğu ve insan haklarına verilen önemin artması gerektiği anlaşılmıştır. Halkın kendi kendini yönetmesi demek olan demokrasi, bazı sakıncalarına rağmen şimdiye dek insanlığın bulduğu en iyi yönetim biçimidir. İnsanoğlu her zaman insan haklarını, özgürlükleri, eşitliği, hakkı, hukuku, adaleti aramıştır. Uygarlığın gelişimi de böyle olmuştur. 

 

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr                        14.10.2020

                 

10 Ekim 2020 Cumartesi

OTOMOBİL UÇAR GİDER

 

                                                 

 

          Ahmet bey ile Mehmet bey uzun yıllar öğretmenlik yaptıktan sonra emekli olmuş, aşağı yukarı aynı yaşlarda samimi iki arkadaştı. İlçenin çukur parkında oturmuş, çay içiyorlardı. Beni de geçerken davet ettiler. Sosyal mesafeye dikkat ederek oturduk. Çaylarımızı yudumlarken Mehmet bey, geçen kez anlattığı servis macerasından sonra arabasını değiştirmeye karar verdiğini anlatıyordu. Ama araba fiyatları birden füze hızıyla artmıştı. Mehmet bey, emekli memurdu. Emekli maaşlarına yapılan zamla dövizin artışına yetişmesi mümkün değildi. O yüzden alım gücünü geçmişti araba fiyatları.

         Mehmet bey, durumu bize şöyle anlatmaya çalışıyordu, "Hazine ve Maliye Bakanı, maaşınızı döviz ile mi alıyorsunuz, diye sunucuya soruyor ya!  Keşke, öyle alabilseydik. O zaman dert değildi. Döviz artınca iğneden ipliğe her şeye zam geliyor. Benim maaşım da döviz ile olsaydı, hiç etkilenmeyecek, araba fiyatları artsa da benim maaşım da artacağı için yine aynı oranda ödeyecektim.” Diyelim; arabanın fiyatı 20 bin dolar ise benim maaşım da 500 dolar ise demek ki 40 maaş tutarı ile onu alabilecektim. “ Öyle ya ülkede artık her şey dövize endeksli olmuştu, maaşlar niye olmasın? Köprüler, tüneller, şehir hastaneleri, iç borçlanma, dış borçlanma, böyle değil miydi?

         Ahmet bey söz aldı, “zaten bir araba alan vergiler dolayısıyla bir araba da devlete alıyor. Zorunlu trafik sigortası, kaskosu, motorlu taşıt vergisi, iki yılda bir egzoz muayenesi, fenni muayene, her yıl servis bakımı, kışlık yazlık lastik değişimi, artan yakıt giderleri, trafik cezaları ve dövize endeksli otoban, tünel, köprü ücretlerini düşününce en iyisi araba kullanmamak mı diye düşünüyorum.”

        “Araba kullanmanın yararları kadar zararları da var. Trafiğin yarattığı çevre kirliliğinin, gürültünün ve üzerinde gittiğimiz asfaltın sağlığa zararını biliyor muyuz? Trafik sıkışıklığının üzerimizde yarattığı stresi, zaman kaybını hesaplayabiliyor muyuz? Ya, egzoz gazları nedeniyle atmosferde ozon tabakasının delinmesinin yarattığı iklim değişikliğinin zararları”, diye feryat etti Ahmet bey. Sonunda; ulaşımda, artık raylı sistemin ve toplu ulaşımın en iyisi olduğuna karar verdik. Mehmet bey de bu konuşmalardan sonra araba almayı en azından alım gücüne uygun çevre dostu araçlar çıkıncaya kadar erteledi.

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr    10.10.2020

 

 

               

            

 

 

 

6 Ekim 2020 Salı

MAĞRUR OLMA

 

Şeyh Edebali (1206-1326)




                                                

 

        İnsanların karakteristik özellikleri farklıdır. Kimi kibirli, kimi alçakgönüllüdür. Tabii ki herkesin davranışları kendisini ilgilendirir. Ancak halkın kendi kendini yönetmesi demek olan demokratik yönetimlerde halk, kendine yönetici olarak seçtiği kişilerin, kendisine tepeden bakmamasını ister. Her zaman halkın içinde halkın dertlerini dinlemesini ister. Mustafa Kemal Atatürk 15 yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde her zaman halkın içindeydi. Bülent Ecevit, boşuna Halkçı Ecevit olmamıştı. 10. Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer de eşiyle beraber gittiği hastanede normal vatandaş gibi sırada beklemişti. Makamına bisikletle giden yabancı devlet adamlarının da olduğunu biliyoruz. Yani tevazu sahibiydiler. Tevazu; alçakgönüllülük anlamına gelen Arapça bir sözcüktür. Bazen “fazla tevazu gösterme, sahi zannederler”, denilse de alçakgönüllülük bir erdemdir.

       Osmanlı devletinde de “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var”, denirdi. Yavuz Sultan Selim’in halife olmasından sonra başlayan ve ondan sonra gelen bütün şehzadelerin tahta çıkış, cülus törenlerinde, bayram günlerinde ve Cuma namazlarında paşalar hep bir ağızdan böyle bağırırdı. Böylece padişahın da ölümlü olduğu hatırlatılarak kibirden uzak tutulması amaçlanırdı. Şeyh Edebali’nin Osmanlı Devletinin kurucusu ve damadı Osman Gazi'ye öğütlerinin yer aldığı aşağıdaki vasiyeti asırlardır dilden dile söylenir.

Ey oğul! artık Bey’sin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana.
Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana.
Acizlik bize, hoş görmek sana. Anlaşmazlıklar bize, adalet sana.
Haksızlık bize, bağışlamak sana... Ey oğul, sabretmesini bil,
vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma; insanı yaşat ki devlet yaşasın.

Ey oğul! işin ağır, işin çetin, gücün kula bağlı.
Allah yardımcın olsun... Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın!
Ama; bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını yener.
Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın! 
Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi değildir. Bütün bilinmeyenler, feth edilmeyenler, görünmeyenler, ancak sen faziletli ve ahlaklı olursan gün ışığına çıkacaktır.

Ey oğul! Ananı, atanı say! Bereket büyüklerle beraberdir. İnancını kaybedersen, yeşilken çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördüğünü görme! Bildiğini bilme! Sevildiğin yere sık gidip gelme! Ey oğul! Üç kişiye acı: Cahil arasındaki alime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene. Ey oğul! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklıysan mücadeleden korkma!

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr       07.10.2020

 

 

2 Ekim 2020 Cuma

MUHARREM İNCENİN MEMLEKET HAREKETİ

 

                                     

                    

         Büyüklerimiz, boşuna, “nerede hareket,  orada bereket”, dememişler. Hareket etmek, boş oturmaktan her zaman iyidir. 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP adayı olan sayın Muharrem İnce, Sivas Kongresine gönderme yaparak 4 Eylül 2020 Cuma günü Sivas’ta “Memleket Hareketini”, başlattı. Bu adı koymasının nedeni “memleket için harekete geçiyorum”, demek olsa gerek. Memleket için bir şeyler yapmaya çalışmanın hiçbir kötü yanı olmadığı gibi siyaset yapmakta herkesin anayasal hakkıdır. Ancak burada ufak bir ayrıntı var. Bir siyasi parti içinde başka bir hareket başlatmak parti disiplinine ne kadar uyar? Şöyle de sorabiliriz; CHP genel merkezi bu harekete ne kadar tahammül edebilir?

       Muharrem İnce, cumhurbaşkanı adaylık sürecinde çok iyi mücadele etti. Muhalefeti canlandırdı. Yaptığı mitingleri alanlar almadı. Tümü canlı ve hareketliydi. Heyecan ve umut yarattı. Seçimin, en azından 2. tura kalacağı, o zaman şansların eşit olacağı düşünülüyordu. Ancak öyle olmayınca bir hayal kırıklığı meydana geldi. Seçim sonuçlarının açıklandığı gece CHP genel merkezinden ve adaydan tatmin edici açıklamalar da gelmeyince kendisine oy veren seçmen huzursuz oldu. Üstüne üstlük daha itiraz süreci varken “Adam kazandı” demesi bardağı taşırdı. Onu el üstünde tutan seçmen tam tersine döndü. İşin özü; kriz iyi yönetilemedi. Ardından CHP içinde olağanüstü seçimli kurultay yapılması için kurultay delegeleri arasında  bir imza kampanyası açıldı. Halbuki Muharrem İncenin “ben bir daha genel başkanın karşısına aday olarak çıkmam”, demesinin üzerinden çok fazla bir zaman geçmemişti. Genel merkez de toplanan imzaların bir kısmını geçersiz sayarak genel kurulu toplamadı.

       Asında Muharrem İnce haklı olarak “cumhurbaşkanı adayı, o siyasi partinin genel başkanı olmalı”, diyordu. Bu doğruydu. Çünkü artık Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine göre tüm yetkiler cumhurbaşkanında toplanıyordu. Parlamenter sisteme dönmenin yolu da yine cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmaktan geçiyordu. Kaldı ki parlamenter sistemde de Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi siyasi parti genel başkanlarının cumhurbaşkanlığına geçme örnekleri vardı. CHP genel başkanı aday olmayınca doğal olarak aday adayları ortaya çıkacaktır. Sonuç olarak Muharrem İnce de tekrar “ben de varım”, diyor. Muharrem İnce, bundan başka diyor ki; “bu bir muhalefet hareketi değildir. Parti içi muhalefet hareketi hiç değildir. Bu hareketin nereye evrileceğine, partileşip, partileşmeyeceğine halk karar verecektir.” Sonra da ilave ediyor, “Cumhuriyet Halk Partisinin adayına bakacağım, içime sinerse destekleyeceğim, içime sinmezse aday olacağım.” Muharrem İncenin sözleri, kendi içinde çelişki taşıyor gibi görünse de, bu hareket, Genel Merkezin 2. Ekmelettin vakası olasılığını önlemeye yönelik gibi. Ancak partileşme olasılığını da göz ardı etmemek gerekir.

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr        02.10.2020

                   

                 

 

      

                   

 

 

                      

1 Ekim 2020 Perşembe

DAVA ADAMI



 
Prof. Dr. Türkan Saylan (1935-2009)

                                          

        Dava adamı; inandığı değerler için kendini adayan kişiye denir. Bir idealin peşinden gittiği için idealist de diyebiliriz. Günümüzde nesli tükenmek üzeredir. Ancak yine de rastlamak mümkün böyle yüce gönüllü insanlara. Ülkemizde ormanları, yeşili koruyan Tema Vakfının kurucusu Hayrettin Karaca böyle biridir. Kendini cüzzam hastalığı ile mücadeleye adayan, Atatürk İlke ve Devrimlerine bağlı, çağdaş bir nesil yetiştirmek için Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğini (ÇYDD) kuran Türkan Saylan böyle bir kişidir. Afrika’da yoksul insanlara yardım etmeye çalışanlar, sokak hayvanlarını korumaya çalışanlar, ülkesini seven, yurdunu savunan, vatanını koruyan, milletinin refahının yükselmesi için çalışanlar, ülkesini, Atatürk’ün gösterdiği muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak için çalışanlar böyledir.

        Siyasi partilerde çalışanlar böyle midir? Siyasi partilerin üyeleri dava adamı olabilir mi? Tabii ki olabilir. Biat ve itaat etmek yerine tüzük ve programlarında yazılan ilke ve amaçlarına uygun hareket edebiliyorlarsa niye olmasın? Zaten siyasi partiler de ülkesine hizmet için kurulmazlar mı? Partilerin amacı bizatihi kendilerine hizmet değildir, topluma hizmettir. Burada önemli olan üyelerin davalarına sahip çıkıp, partilerine dolayısıyla topluma hizmet etmeleri için onlara demokratik kanalların açık olmasıdır.  Hak, hukuk, adalet, eşitlik ilkelerinin sözde kalmayıp, hayata geçirilmesidir. Yoksa parti üyeleri dava adamı olmaz, sadece partici olurlar. Onun için; dava adamlığı ısmarlama sağdan soldan adam toplamakla olmaz. 

        Dava adamı idealisttir. Davasını çıkar için satmaz. Kendini hiç kimseden üstün görmediği gibi küçükte görmez. Maddi çıkar, koltuk peşinde koşmaz. Kişilerin peşinden değil, ilkelerinin peşinden gider. Kimseyi aldatmaz, yalan söylemez. Herkese eşit davranır. Toplumun malına kendisininkinden bile daha fazla sahip çıkar. Eğer sorumlu bir mevkide ise topluma her kuruşun hesabını verir. Dava adamı nankörlük yapmaz. Ona cennet gibi bir vatan bırakan Mustafa Kemal Atatürk ve Arkadaşlarının yaptıklarına, ilkelerine ve devrimlerine sahip çıkar. Onların sayesinde padişahın kulu değil, özgür ve bağımsız bir ülkenin vatandaşı olduğunu unutmaz. Kendini dava adamı olarak görenler bugünden yarına tavır değiştirmezler. Koltuk için taviz vermezler. Bugünü değil, geleceği, gelecek nesilleri düşünürler.


orhankalyoncu.blogspot.com.tr     01.10.2020