4 Şubat 2020 Salı

SANA KIRMIZI ÇOK YAKIŞIYOR




                             

                                Vedalaşırken üzülmüş gibi
                                Tutma ellerimi acıyarak,
                                Kendine dev aynasında değil,
                                Boy aynasında bir bak.
                                Belki biraz bozuldun
                                Ruhun belki can çekişiyor
                                Belki biraz da kızardın ama
                                Sana kırmızı çok yakışıyor.

            Yukarıdaki dizeler, 2004 yılında Hande Yener’in söylediği ve çok popüler olan “Sana Kırmızı Çok Yakışıyor”, adlı şarkısından alınmıştır. Son zamanlarda kırmızı yine pek revaçta. ”Devrimin rengi”, “aşkın rengi”, diyorlar. Aşkı bilmem ama neyin devrimi? Renklere bir güç vehmedenlerin söyleyecek sözleri tükenmiş, simgelerden yardım istiyorlar sanki.
             
            Renklere bir güç vehmedenler unutmasınlar ki her renk güzeldir. Önemli olan her renge değer vermektir. Tek renk sadece dünyayı tek pencereden görenler için geçerli olabilir. Ama tek renk, tek görüş, tek adam, tek otorite asla tüm renklerin olması gereken demokrasi dünyasında tek başına yeterli olamaz. Düşünün herkesin mavi elbise giydiğini, her evin kahverengi ya da dağın, taşın, ovaların, denizlerin kırmızıyla boyalı olduğunu, ne tatsız olurdu, değil mi? Her renk kendine göre güzeldir. Önemli olan her renge değer vermektir.
            
             Renkler masumdur. Ayrıştırmanın aracı olamazlar. Kat kat açan dünyanın en güzel çiçeklerinden güller bile rengarenktir. Tek renk gül bahçesi ne tatsız olurdu. Sadece güllerin dikeni vardır. Koklamak isterken eline batar insanın. Ama güller dikensiz olmaz. Gül dikeniyle güzeldir.
            
            Son söz: Dikensiz gül bahçesi yaratmak isteyen, elindeki gül bahçesini de kaybeder.





orhankalyoncu.blogspot.com.tr    05.02.2020

2 Şubat 2020 Pazar

BURASI TÜRKİYE


                                                 
             Burası Türkiye…
             Burada siyaset, kandırmaca üzerine inşa edilir.
             Burada siyaset, kitleleri uyuşturan algı üzerine inşa edilir.
             Burada siyaset, halk yağcılığı/popülizm üzerine inşa edilir.
              
              Yukarıdaki cümleler, yazar Soner Yalçın’ın 30 Ocak 2020 tarihli Sözcü Gazetesindeki Hakikat Köşesinde yayınlanan "İmamoğlu", başlıklı yazısından alındı. Teorik olarak siyasetin, topluma hizmet etme amacıyla yapıldığı söylenir. Ancak gerçekte öyle olmadığını, yukarıdaki satırlar bize anlatmış. Her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var, ülkesini, vatanını, bayrağını, milletini seven ilkeli, idealist siyasetçilere.
                
            Kimi zaman yönetici olanların düşündüğünün aksine milleti her zaman kandırmanın mümkün olmadığını tarih bize göstermiştir.
                
             Yani siyaset;
             Bir yalan söyleme sanatı değildir.
             Bir illüzyon değildir.
             Bir algı yönetimi değildir.

            Gerçeklerin eninde sonunda ortaya çıkma gibi bir özelliği vardır. Millet gerçekleri öğrendiğinde gereken yanıtını verir.
                 
             Kimi yöneticiler de halka hizmet etmek için seçildiklerini unuturlar, etrafındaki yağcıların söylediklerinden, “küçük dağları ben yarattım”, havasına girerler. Bazen de yalnız kaldıklarında aynaya baktıklarında karşılarında bir dev görürler. Bu tavır da, sağlıklı bir tavır değildir.
            
             Demokrasilerde; hesap vermek, şeffaf davranmak, adil olmak, yasalara uymak zorunluluğu vardır.
             
             Akıllı bir siyasetçi kısa zamanda çok düşman yaratmaz.
             
             Bir filin, züccaciye dükkanına girmesi gibi hareket eden, kırılmadık bir şey bırakmayan siyasetçi ilk seçimde yenilgiye mahkumdur. O zaman da, “ben ne yaptım”, demenin pek bir anlamı olmayacaktır.
              
Son söz: Sel (siyasetçi) gider, kum (millet) kalır.




orhankalyoncu.blogspot.com.tr     02.02.2020
              
              

                                      

28 Ocak 2020 Salı

HAVADAN SUDAN



                                     
                                   
           

       Sabah erkenden kahvaltıdan önce yürüyüşe çıkmıştım. Bozuk yollarda yürümeye çabalarken, kapı komşumuz Hüseyin ile karşılaştım. Çiftçilikle uğraşan Hüseyin ilkokuldan sonra okumamıştı ama çok okumuşa taş çıkartırdı. Kafası iyi çalışır, olayları yerli yerine oturtur, boşa konuşmazdı. Aslen kasabaya yakın bir köydendi. Zaten işlediği tarlaları da, iş zamanı kaldıkları evde, oradaydı.

“ Ocam, günaydın.  Ayrola spor mu yapıyon?”
“ Evet, Hüseyin yolda düşmemeye çalışarak yürüyüş yapıyorum. Her gün 45 dakika yürüyüş yapmak, iyiymiş.”
“ Aman ocam dikkat edin. Geçendeki gibi düşmeyesiniz.
 “ Merak etme Hüseyin daha dikkatli yürüyorum. Geçenlerde düştüğümde                    kaldırımın bozuk olması kadar spor ayakkabıya yapışan kumlar da sanki paten                  gibi beni kaydırdı. Nasıl yeni seçilen köyünüzün muhtarından memnun                            musunuz?”

 “ Ah, ocam. Gelen gideni aratır, derler ya, aynen üüle oldu. İç bi şey yapmaz. Sade       kaavede pişpirik oynar, durur. Yollar bozuk, çöplerden, köpeklerden geçilmez.                 Sanki o mııtar olmamış, bana mısın demez. Vaasa yoksa valiyle, kaymakamla                   fotograf çektirsin. Face’mi nedir, orda paylaşsın, çok iş yaparmış gibi. Bi de                     köyün dünya kadar geliri sıfırlanmış, onun için köyün arazilerini satışa çıkarmış.         Eski mııtarı arıyoz”.
 “ Eh, Hüseyin, gelen gideni aratır.  Bu gibi deyimler defalarca denenerek yılların           imbiğinden geçmiştir. Her şeyi dört sözcükle özetleyiverir. Bu söz, halk arasında            yöneticiler için de söylenir. Gelenin, gideni aratmaması için gidenin yanlışlarını              yapmamaktır, onlardan ders çıkartmaktır asıl olan.
  “Evet, ocam.
        
 “Toplumu idare etmek iddiasıyla yola çıkanlar, yasalara uymak kadar toplum              vicdanına da uygun davranmak zorundadır.  Bir makama gelen bir yönetici çeşitli            konularda harcama yaparken yasalara uygun hareket ediyor olabilir ama bir de                bunun toplum vicdanında kabul görmesi gerekir. Onun için yöneticiler, her                      bireyin hakkı olan kamunun kaynağını toplumun öncelik taşıyan gerçek                            ihtiyaçlarına harcamak zorundadır. Uygar toplumlarda saydamlık ve hesap                        verilebilirlik ilkeleri vazgeçilmezdir. Orada kör kuruşun bile hesabı sorulur.”
 “ Ee ocam duuru sülersin. Adi bana müsaade, tarlaya gitcem. İi günler.”
 “ İyi günler, Hüseyin.”




             orhankalyoncu.blogspot.com.tr                 29.01.2020

                   
                


25 Ocak 2020 Cumartesi

ANA GİBİ YAR OLMAZ








                                                
                         
     "Ane gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz", atasözünü asıl deyişinden farklı olarak anne-babanın kıymetini ifade etmek  için, "ana gibi yar, baba gibi diyar olmaz", şeklinde  kullanırız. Gerçekten de anne ve babanın kıymetini hiçbir şeyle ölçemeyiz. Kuran-ı Kerim’e bakıldığında birçok ayette Allah'a imandan sonra ana-babaya iyilik etmek emredilmektedir. Anne, 9 ay karnında taşıdığı, her şeyden koruduğu çocuğu için canını bile feda etmekten çekinmez. Babalar da, çocukları için yemez yedirir, giymez giydirir. Çocukları için koruyucu ve kollayıcıdır. Durum genelde böyledir. Ancak günümüzde şahit olduğumuz bazı olaylarda anne-baba, çocuk ilişkisinin şiddet sarmalında adeta çığırından çıktığını görüyoruz. Eskiden, “Anne babaya el kalkmaz”, “büyüğe kalkan el kurur”, denirdi. Şimdi hayretle, gözlerimiz şaşkınlıkla açılmış vaziyette, çocukları tarafından katledilen anne- babaların haberlerini okuyoruz.
       
       İnternette yayınlanan bir videoda,18 yaşındaki bir genç, yaşlı annesini yerden yere savurarak, elindeki bıçakla onu bıçaklamaya çalışıyor. Çaresiz kadın bir şey yapamıyor, boş çuval gibi savrulduğu duvar dibinde oturuyor. Biz seyrediyoruz. Basın ve sosyal medyada, köpeğine vurdu diye babasını av tüfeğiyle öldüren bir gencin, Mersin Erdemli’de anne-babasını av tüfeğiyle öldüren 35 yaşındaki bir başka gencin haberlerini okuyoruz. Donmuş vaziyette ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz. 21 Mart 2019’da Mersin’in Toroslar ilçesinde, 33 yaşındaki bir gencin anne-babasını bıçaklayarak öldürdüğünü, 21 Eylül 2019’da İstanbul Arnavutköy’de 24 yaşındaki bir gencin, beraber oturduğu üvey babası-annesini, kardeşini ve ağabeyini bıçakla öldürdüğünü, 2 Ekim 2019 tarihinde İzmir’de bir gencin içine siyanür koyduğu şerbeti anne- babasına içirerek onları katlettiğini medyadan öğreniyoruz.

        Bunun adını koyamıyoruz. Toplumu saran bir cinnet hali mi? Sadece dehşetle izliyoruz. İnsanları kötü etkileyen bu ve buna benzer olayların altında yatan toplumsal problemler nelerdir? Sağlıklı bir toplum hayatı için; devletin, bir an önce böyle toplum değerlerini alt-üst eden cinayetlerin artmasının sosyo-ekonomik, psikolojik nedenlerini araştırması ve çözüm yollarını hayata geçirmesi gerekir.


            orhankalyoncu.blogspot.com.tr              25.01.2020

21 Ocak 2020 Salı

BİZ BU KENTE İHANET ETTİK

Tarihi Uzunköprü


                                                       
           
Biz bu kente ihanet ettik. 576 yıl önce Anadolu’dan Avrupa’ya köprü olması için Osmanlı padişahı 2. Murat tarafından kurulan UZUNKÖPRÜ'ye ihanet ettik.
Havasını kirleterek ihanet ettik.
Ona can ve bir zamanlar adını veren Ergene nehrini kirleterek ihanet ettik.
576 yıldır zamana meydan okuyarak ayakta kalan tarihi taş köprümüzü yıkılmaya terk ettiğimiz için ihanet ettik
Tarihi taş köprümüzün bir kısım gözlerini yok ederek ihanet ettik.
Edirne belediye binasının benzeri tarihi belediye binamızı yıkarak ihanet ettik.
Tarihi sokak çeşmelerini yok ederek ihanet ettik.
Yıllanmış ağaçların gölgesinde oturduğumuz iki parkımızı betona gömerek ihanet ettik.
Sokaklarımızda sıralanan binaları testere dişi gibi iki ileri bir geri yaptırarak ihanet ettik.
Dar cadde ve sokaklarda evlerin güneş almasını önleyerek ihanet ettik.
Tehlikeli olabileceğini düşünmeden yerin altına düğün salonu yaparak ihanet ettik.
Kale gibi belediye binasını ve yüksek binaları şehrin merkezine dikip, rüzgarların, isli-dumanlı havayı dağıtmasını önleyerek ihanet ettik.
Tarihi Muradiye Caminin etrafını gelişigüzel bina ve barakalarla çevreleyerek ihanet ettik.
Çocuklarımızın oyun oynayacağı oyun alanları, halkın vakit geçireceği kent meydanları, parklar yapmayarak ihanet ettik.
Trafik keşmekeşini önlemeyerek ihanet ettik.
Otopark yapmayarak ihanet ettik.
Yolların, kaldırımların çukur ve engebeli durumuna seyirci kalarak ihanet ettik.
İş ve aş imkanları için gençlere ufuk açmayarak ihanet ettik.
Bu şehirde yetişen ancak doğduğu yerde yaşama, hizmet etme olanağı yaratamadığımız gençlerimiz ve yaşanabilir bir Uzunköprü bırakamadığımız gelecek nesillerimiz, başta sorumlular olmak üzere bizi affetsin.



orhankalyoncu.blogspot.com.tr     21.01.2020

                 

                                                                       

16 Ocak 2020 Perşembe

UZUNKÖPRÜNÜN OTOBÜS GARAJI

Uzunköprü Otobüs Terminali

                                                 
                                 
             Uzunköprü'nün, 1984 yılına kadar Tarihi Köprü'nün yanı başında birkaç binadan oluşan küçük bir otobüs garajı vardı. Uzun yıllar hizmet vermişti. 1984 yılında yapılan yerel seçimlerde Uzunköprü belediye başkanlığına gelen Anavatan Partili (ANAP) belediye başkanı, ilk önce yeni bir otobüs terminali yapılması kararı aldı. Eski tanımıyla “otobüs garajı” artık ihtiyaca cevap vermiyor ve şehir içinde kalıyordu. Belediye başkanının görev süresi bitmeden yeni otobüs terminali Cumhuriyet Mahallesindeki yeni yerine taşınmıştı. 1989-1994 yıllarında Doğru Yol Partisi (DYP) belediye başkanlığı döneminde otobüs terminali faaliyetine devam etti. 1994-2004 Demokratik Sol Parti (DSP) belediye başkanlığı döneminde terminal binası esaslı bir tadilat gördü. 2004 yılında Demokrat Parti’den (DP) seçilen belediye başkanı terminalin şehirden uzak olmasını öne sürerek, eski yerine bir cep terminali açılmasına izin verdi. Ancak geçici olan cep terminali zamanla esas terminalin yerine geçti.
                
         2009-2019 yıllarında bu kez Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) belediye başkanı göreve geldi. O da Cumhuriyet Mahallesindeki atıl kalan ve zamanla bakımsızlıktan çökmeye başlayan terminal binasının yıkılmasına karar verdi. Artık terminalimiz kalmamıştı. Sadece ilk terminalin yerindeki cep terminali vardı. Orası da çok yetersizdi. Hem yolcular, hem de çalışanlar yaz-kış zor şartlar altındaydı. Geçici terminal neredeyse 15 yıldır böyleydi. Belediye bu kez yeni otobüs terminali için Uzunköprü’de uygun yer aramaya başladı. Kavak mahalle çıkışında yeni çevre yoluna ve köprüye yakın bir yer bulundu. Bu arada yeni seçimler oldu. 31 Mart 2019 yerel seçimler sonucu işbaşında yine CHP’li belediye başkanı vardı. Ancak yer sahiplerine, açılan mahkeme sonucu tespit edilen bedel ödenemeyince, bulunan yerin kamulaştırması yapılamadı. Takas önerileri de kabul edilmeyince bu kez yeni başkan ve yönetimi, başka seçenekler aramaya başladı. Geçtiğimiz günlerde de imar komisyonundan ve belediye meclisinden geçen kararla yeni terminal yerinin, Atatürk Mahallesinde, Esentepe mevkii olduğunu öğrendik.

         Uzunköprü'den ulaşılması zor olan bir yer tespit edilmiş. Bir süre sonra tekrar terminal yeri aranmaması için bir ulaşım planlaması yapılarak terminalin şehir içine bağlantısı için yeni bir yol açılmalı ya da mevcut yollar standartlara uygun olarak genişletilmelidir. Bununla birlikte terminalin çevre yoluna çıkışı (kavşak) alt ve üst köprülerle olmalıdır.  Böyle olursa Uzunköprü’nün 15 yıldır çözümlenmemiş bir sorunu çözülmüş olur.


orhankalyoncu.blogspot.com.tr        15.01.2020
                    


9 Ocak 2020 Perşembe

KİBİR ABİDESİ

Beylikdüzü-İstanbul

                                      
                
            “Kibir, başkalarını kullanmak için en iyi araçtır. Dinlerde-kadim öğretilerde kibir günahtır. Bu günahın insanın kalbinden geldiği, bencilliği, hırsın, kıskançlığın büyümesi ve eksik sevgi neticesinde ortaya çıktığı bilinir. Kibir sahibi, kendisini olduğundan büyük görür. Aşırılık halidir. Kibirli insana bir şey öğretilemez; çünkü o, çok bildiğine inanır. Bilmediğini bilmez”.
             
           Yukarıda yazılanlar, 17.12.2019 tarihli Sözcü Gazetesindeki Soner Yalçın’ın Hakikat Köşesinde yazdığı Şeytanın Avukatları adlı yazısından alınmıştır.  Soner Yalçın, bu köşe yazısında Amerikalı yazar Andrew Neiderman’ın romanından “Şeytanın Avukatı”  adıyla sinema filmi yapılan eserinden ve filmden bahsetmektedir.  Yazarımız bu filmden yola çıkarak büyük ilaç firmalarının Kara Kutu Yüzleşme Vakti adlı kitabına ve kendisine yaptıkları karalama kampanyasına cevap vermektedir. Soner Yalçın Kara kutu Yüzleşme Vakti adlı kitabında dev ilaç firmalarının yaptıkları ilaç sömürüsünü anlatmakta, o firmaları savunanlar için de şeytanın avukatları demektedir.
          
         “ Öyle ya, şeytan sayesinde güç kazanmışlardır, kaale alınmaya başlamışlardır ve sınıf atlamışlardır. Artık kibir sahibidirler; istediğiniz kadar hakikati göstermeye çalışın aradıkları gerçek filan değildir. Şeytanın avukatı olmuşlardır. Gıdayı, ilacı bozarak cehennemi dünya yapmışlardır”, diye yazısını sürdürür. Yazarın anlattıkları yalnızca ilaç dünyasını mı tanımlar? Hayatın her alanında bu gibi davranışlara rastlayabiliriz. Etrafımıza baktığımızda kendini dünyanın merkezine koyan, herkesi kendisinin etrafında dönen uydu sanan kibir abidesi siyaset insanları yok mudur? Pek çok. Bu tavrı özgüven diye tanımlayanlar da olabilir, ama bu tavır özgüvenden çok küçük dünyaları ben yarattım tavrıdır. Bu kibirli tavır aslında kendisine hazırladıkları tuzaktır. Çünkü toplum böyle davrananları elinin tersiyle iter.
           
           Kibirli insanlar, başkalarının kendilerine hayranlık duymasını isterler. Tevazu ve alçakgönüllülükten nasibini almadıkları için daima haklıdırlar. Bu nedenle kendi görüşlerini başkalarına dayatmak için mevkilerini veya otoritelerini kullanırlar. Sürekli olarak başkalarının onlar hakkında ne düşündüklerini bilme ihtiyaçlarını hissederler. Bunun için de bu bireylerin sosyal medyaya verdikleri önem oldukça dikkat çekicidir. Yukarıdaki satırlar da birçok okuyucumuza tanıdık gelmiştir. Çünkü etrafımızda böyle insanlar her gün artmakta tevazu sahibi insanlar azalmaktadır. Bunun nedeni yetişme tarzı mı, eğitim mi, karakter mi yoksa yazarımızın dediği gibi sevgi eksikliği mi?
           


orhankalyoncu.blogspot.com.tr    09.01.2020