15 Ekim 2020 Perşembe

TARİHİN EN BÜYÜK İNSANLIK DRAMI

2. Dünya Savaşı (1939-1945)
             

                            

                       

          Yakın tarihin en büyük insanlık dramı 1939’da başlayıp, 1945’te sona eren İkinci Dünya Savaşında yaşanmış, bu savaş sona erdiğinde 60 ile 65 milyon arası insan ölmüştür. Bu karanlık sayfaları yazanların başında İtalya'da Mussolini, Faşizm, Almanya'da Hitler, Nazizm rejimleriyle ülkelerini baskı altına almışlar ve dünyayı felakete sürüklemişlerdir. Yahudileri ve muhalifleri toplama kamplarına göndererek katletmişlerdir. Primo Levi (1919-1987), Nazi Toplama Kamplarına gönderilen binlerce insandan biriydi. "Bunlar Da Mı İnsan", adlı kitabında bu toplama kamplarındaki akla hayale gelmeyen işkenceleri ve zulmü yazdı. 1919’da Torino’da dünyaya gelen kimya öğrenimi gören Primo Levi Yahudi cemaatine mensup bir İtalyan idi. İtalyan direnişçilerine katıldığı için13 Aralık 1943’te tutuklanmış, iki ay sonra da (1944) Polonya’daki Auschwitz Toplama Kampına gönderilmişti. Savaş sonunda, 27 Ocak 1945’te özgürlüğüne kavuştuğunda toplama kampına beraber gönderildiği 650 kişiden, sağ kurtulan 20 kişiden biriydi. 

            Tarihi sorumlulukla, insanlığın bu utanç günlerinin unutulmaması, gelecek kuşaklara aktarılması ve bir daha yaşanmaması için hemen Aralık 1945-Ocak 1947 tarihleri arasında başından geçenleri tuttuğu günlük notlara bakarak satırlara döktü. Yazdığı kitap 6 dile çevrildi. Primo Levi, Türkiye’de ilk baskısı1996’da yapılan ve Türkçe’ye Zeyyat Selimoğlu’nun çevirdiği kitabıyla ilgili sorulan sorulara, yaşadığı tecrübenin ışığında, verdiği yanıtlarda (sayfa 215-216) otoriter yönetimlerin karakteristik özelliklerini şöyle anlatıyor: “Otoriter bir devlette durum böyle değildir. Gerçek tektir, yukarıdan belirlenmiştir; gazetelerin hepsi aynıdır. Hepsi bir tek gerçeği yineler. 1924 ile 1945 arasında İtalya’da durum buydu.” “Otoriter bir devlette, gerçeği değiştirmek, geriye bakarak tarihi yeniden yazmak, haberleri çarpıtmak, gerçek olanları bastırıp yalan haberler eklemek meşru görülür. Bilginin yerini propaganda alır. Gerçekten de böyle bir ülkede hakları olan bir yurttaş değil, bir kulsundur ve bir kul olarak devlete (ve kişiliğinde devleti somutlaştıran diktatöre) fanatik bir bağımlılık ve körü körüne bir itaatle yükümlüsündür.”

         Diktatörlerin neden olduğu böyle kanlı savaşların ve dramların bir daha yaşanmaması için insanlık gerekli dersleri çıkarmış, bunun sonucunda; dünya barışının bir an önce sağlanması gerektiği, insan haklarının önemli olduğu ve insan haklarına verilen önemin artması gerektiği anlaşılmıştır. Halkın kendi kendini yönetmesi demek olan demokrasi, bazı sakıncalarına rağmen şimdiye dek insanlığın bulduğu en iyi yönetim biçimidir. İnsanoğlu her zaman insan haklarını, özgürlükleri, eşitliği, hakkı, hukuku, adaleti aramıştır. Uygarlığın gelişimi de böyle olmuştur. 

 

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr                        14.10.2020

                 

10 Ekim 2020 Cumartesi

OTOMOBİL UÇAR GİDER

 

                                                 

 

          Ahmet bey ile Mehmet bey uzun yıllar öğretmenlik yaptıktan sonra emekli olmuş, aşağı yukarı aynı yaşlarda samimi iki arkadaştı. İlçenin çukur parkında oturmuş, çay içiyorlardı. Beni de geçerken davet ettiler. Sosyal mesafeye dikkat ederek oturduk. Çaylarımızı yudumlarken Mehmet bey, geçen kez anlattığı servis macerasından sonra arabasını değiştirmeye karar verdiğini anlatıyordu. Ama araba fiyatları birden füze hızıyla artmıştı. Mehmet bey, emekli memurdu. Emekli maaşlarına yapılan zamla dövizin artışına yetişmesi mümkün değildi. O yüzden alım gücünü geçmişti araba fiyatları.

         Mehmet bey, durumu bize şöyle anlatmaya çalışıyordu, "Hazine ve Maliye Bakanı, maaşınızı döviz ile mi alıyorsunuz, diye sunucuya soruyor ya!  Keşke, öyle alabilseydik. O zaman dert değildi. Döviz artınca iğneden ipliğe her şeye zam geliyor. Benim maaşım da döviz ile olsaydı, hiç etkilenmeyecek, araba fiyatları artsa da benim maaşım da artacağı için yine aynı oranda ödeyecektim.” Diyelim; arabanın fiyatı 20 bin dolar ise benim maaşım da 500 dolar ise demek ki 40 maaş tutarı ile onu alabilecektim. “ Öyle ya ülkede artık her şey dövize endeksli olmuştu, maaşlar niye olmasın? Köprüler, tüneller, şehir hastaneleri, iç borçlanma, dış borçlanma, böyle değil miydi?

         Ahmet bey söz aldı, “zaten bir araba alan vergiler dolayısıyla bir araba da devlete alıyor. Zorunlu trafik sigortası, kaskosu, motorlu taşıt vergisi, iki yılda bir egzoz muayenesi, fenni muayene, her yıl servis bakımı, kışlık yazlık lastik değişimi, artan yakıt giderleri, trafik cezaları ve dövize endeksli otoban, tünel, köprü ücretlerini düşününce en iyisi araba kullanmamak mı diye düşünüyorum.”

        “Araba kullanmanın yararları kadar zararları da var. Trafiğin yarattığı çevre kirliliğinin, gürültünün ve üzerinde gittiğimiz asfaltın sağlığa zararını biliyor muyuz? Trafik sıkışıklığının üzerimizde yarattığı stresi, zaman kaybını hesaplayabiliyor muyuz? Ya, egzoz gazları nedeniyle atmosferde ozon tabakasının delinmesinin yarattığı iklim değişikliğinin zararları”, diye feryat etti Ahmet bey. Sonunda; ulaşımda, artık raylı sistemin ve toplu ulaşımın en iyisi olduğuna karar verdik. Mehmet bey de bu konuşmalardan sonra araba almayı en azından alım gücüne uygun çevre dostu araçlar çıkıncaya kadar erteledi.

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr    10.10.2020

 

 

               

            

 

 

 

6 Ekim 2020 Salı

MAĞRUR OLMA

 

Şeyh Edebali (1206-1326)




                                                

 

        İnsanların karakteristik özellikleri farklıdır. Kimi kibirli, kimi alçakgönüllüdür. Tabii ki herkesin davranışları kendisini ilgilendirir. Ancak halkın kendi kendini yönetmesi demek olan demokratik yönetimlerde halk, kendine yönetici olarak seçtiği kişilerin, kendisine tepeden bakmamasını ister. Her zaman halkın içinde halkın dertlerini dinlemesini ister. Mustafa Kemal Atatürk 15 yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde her zaman halkın içindeydi. Bülent Ecevit, boşuna Halkçı Ecevit olmamıştı. 10. Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer de eşiyle beraber gittiği hastanede normal vatandaş gibi sırada beklemişti. Makamına bisikletle giden yabancı devlet adamlarının da olduğunu biliyoruz. Yani tevazu sahibiydiler. Tevazu; alçakgönüllülük anlamına gelen Arapça bir sözcüktür. Bazen “fazla tevazu gösterme, sahi zannederler”, denilse de alçakgönüllülük bir erdemdir.

       Osmanlı devletinde de “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var”, denirdi. Yavuz Sultan Selim’in halife olmasından sonra başlayan ve ondan sonra gelen bütün şehzadelerin tahta çıkış, cülus törenlerinde, bayram günlerinde ve Cuma namazlarında paşalar hep bir ağızdan böyle bağırırdı. Böylece padişahın da ölümlü olduğu hatırlatılarak kibirden uzak tutulması amaçlanırdı. Şeyh Edebali’nin Osmanlı Devletinin kurucusu ve damadı Osman Gazi'ye öğütlerinin yer aldığı aşağıdaki vasiyeti asırlardır dilden dile söylenir.

Ey oğul! artık Bey’sin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana.
Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana.
Acizlik bize, hoş görmek sana. Anlaşmazlıklar bize, adalet sana.
Haksızlık bize, bağışlamak sana... Ey oğul, sabretmesini bil,
vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma; insanı yaşat ki devlet yaşasın.

Ey oğul! işin ağır, işin çetin, gücün kula bağlı.
Allah yardımcın olsun... Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın!
Ama; bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını yener.
Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın! 
Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi değildir. Bütün bilinmeyenler, feth edilmeyenler, görünmeyenler, ancak sen faziletli ve ahlaklı olursan gün ışığına çıkacaktır.

Ey oğul! Ananı, atanı say! Bereket büyüklerle beraberdir. İnancını kaybedersen, yeşilken çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördüğünü görme! Bildiğini bilme! Sevildiğin yere sık gidip gelme! Ey oğul! Üç kişiye acı: Cahil arasındaki alime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene. Ey oğul! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklıysan mücadeleden korkma!

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr       07.10.2020

 

 

2 Ekim 2020 Cuma

MUHARREM İNCENİN MEMLEKET HAREKETİ

 

                                     

                    

         Büyüklerimiz, boşuna, “nerede hareket,  orada bereket”, dememişler. Hareket etmek, boş oturmaktan her zaman iyidir. 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP adayı olan sayın Muharrem İnce, Sivas Kongresine gönderme yaparak 4 Eylül 2020 Cuma günü Sivas’ta “Memleket Hareketini”, başlattı. Bu adı koymasının nedeni “memleket için harekete geçiyorum”, demek olsa gerek. Memleket için bir şeyler yapmaya çalışmanın hiçbir kötü yanı olmadığı gibi siyaset yapmakta herkesin anayasal hakkıdır. Ancak burada ufak bir ayrıntı var. Bir siyasi parti içinde başka bir hareket başlatmak parti disiplinine ne kadar uyar? Şöyle de sorabiliriz; CHP genel merkezi bu harekete ne kadar tahammül edebilir?

       Muharrem İnce, cumhurbaşkanı adaylık sürecinde çok iyi mücadele etti. Muhalefeti canlandırdı. Yaptığı mitingleri alanlar almadı. Tümü canlı ve hareketliydi. Heyecan ve umut yarattı. Seçimin, en azından 2. tura kalacağı, o zaman şansların eşit olacağı düşünülüyordu. Ancak öyle olmayınca bir hayal kırıklığı meydana geldi. Seçim sonuçlarının açıklandığı gece CHP genel merkezinden ve adaydan tatmin edici açıklamalar da gelmeyince kendisine oy veren seçmen huzursuz oldu. Üstüne üstlük daha itiraz süreci varken “Adam kazandı” demesi bardağı taşırdı. Onu el üstünde tutan seçmen tam tersine döndü. İşin özü; kriz iyi yönetilemedi. Ardından CHP içinde olağanüstü seçimli kurultay yapılması için kurultay delegeleri arasında  bir imza kampanyası açıldı. Halbuki Muharrem İncenin “ben bir daha genel başkanın karşısına aday olarak çıkmam”, demesinin üzerinden çok fazla bir zaman geçmemişti. Genel merkez de toplanan imzaların bir kısmını geçersiz sayarak genel kurulu toplamadı.

       Asında Muharrem İnce haklı olarak “cumhurbaşkanı adayı, o siyasi partinin genel başkanı olmalı”, diyordu. Bu doğruydu. Çünkü artık Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine göre tüm yetkiler cumhurbaşkanında toplanıyordu. Parlamenter sisteme dönmenin yolu da yine cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmaktan geçiyordu. Kaldı ki parlamenter sistemde de Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi siyasi parti genel başkanlarının cumhurbaşkanlığına geçme örnekleri vardı. CHP genel başkanı aday olmayınca doğal olarak aday adayları ortaya çıkacaktır. Sonuç olarak Muharrem İnce de tekrar “ben de varım”, diyor. Muharrem İnce, bundan başka diyor ki; “bu bir muhalefet hareketi değildir. Parti içi muhalefet hareketi hiç değildir. Bu hareketin nereye evrileceğine, partileşip, partileşmeyeceğine halk karar verecektir.” Sonra da ilave ediyor, “Cumhuriyet Halk Partisinin adayına bakacağım, içime sinerse destekleyeceğim, içime sinmezse aday olacağım.” Muharrem İncenin sözleri, kendi içinde çelişki taşıyor gibi görünse de, bu hareket, Genel Merkezin 2. Ekmelettin vakası olasılığını önlemeye yönelik gibi. Ancak partileşme olasılığını da göz ardı etmemek gerekir.

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr        02.10.2020

                   

                 

 

      

                   

 

 

                      

1 Ekim 2020 Perşembe

DAVA ADAMI



 
Prof. Dr. Türkan Saylan (1935-2009)

                                          

        Dava adamı; inandığı değerler için kendini adayan kişiye denir. Bir idealin peşinden gittiği için idealist de diyebiliriz. Günümüzde nesli tükenmek üzeredir. Ancak yine de rastlamak mümkün böyle yüce gönüllü insanlara. Ülkemizde ormanları, yeşili koruyan Tema Vakfının kurucusu Hayrettin Karaca böyle biridir. Kendini cüzzam hastalığı ile mücadeleye adayan, Atatürk İlke ve Devrimlerine bağlı, çağdaş bir nesil yetiştirmek için Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneğini (ÇYDD) kuran Türkan Saylan böyle bir kişidir. Afrika’da yoksul insanlara yardım etmeye çalışanlar, sokak hayvanlarını korumaya çalışanlar, ülkesini seven, yurdunu savunan, vatanını koruyan, milletinin refahının yükselmesi için çalışanlar, ülkesini, Atatürk’ün gösterdiği muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak için çalışanlar böyledir.

        Siyasi partilerde çalışanlar böyle midir? Siyasi partilerin üyeleri dava adamı olabilir mi? Tabii ki olabilir. Biat ve itaat etmek yerine tüzük ve programlarında yazılan ilke ve amaçlarına uygun hareket edebiliyorlarsa niye olmasın? Zaten siyasi partiler de ülkesine hizmet için kurulmazlar mı? Partilerin amacı bizatihi kendilerine hizmet değildir, topluma hizmettir. Burada önemli olan üyelerin davalarına sahip çıkıp, partilerine dolayısıyla topluma hizmet etmeleri için onlara demokratik kanalların açık olmasıdır.  Hak, hukuk, adalet, eşitlik ilkelerinin sözde kalmayıp, hayata geçirilmesidir. Yoksa parti üyeleri dava adamı olmaz, sadece partici olurlar. Onun için; dava adamlığı ısmarlama sağdan soldan adam toplamakla olmaz. 

        Dava adamı idealisttir. Davasını çıkar için satmaz. Kendini hiç kimseden üstün görmediği gibi küçükte görmez. Maddi çıkar, koltuk peşinde koşmaz. Kişilerin peşinden değil, ilkelerinin peşinden gider. Kimseyi aldatmaz, yalan söylemez. Herkese eşit davranır. Toplumun malına kendisininkinden bile daha fazla sahip çıkar. Eğer sorumlu bir mevkide ise topluma her kuruşun hesabını verir. Dava adamı nankörlük yapmaz. Ona cennet gibi bir vatan bırakan Mustafa Kemal Atatürk ve Arkadaşlarının yaptıklarına, ilkelerine ve devrimlerine sahip çıkar. Onların sayesinde padişahın kulu değil, özgür ve bağımsız bir ülkenin vatandaşı olduğunu unutmaz. Kendini dava adamı olarak görenler bugünden yarına tavır değiştirmezler. Koltuk için taviz vermezler. Bugünü değil, geleceği, gelecek nesilleri düşünürler.


orhankalyoncu.blogspot.com.tr     01.10.2020

             

26 Eylül 2020 Cumartesi

CUMHURİYET HALK PARTİSİ İKTİDAR OLMAK İSTİYOR MU

 

Uzunköprü Hür Gazete

                               

          Kökleri Kuva-i Milliye'ye dayanan, Cumhuriyetimizle yaşıt ve günümüzde her dört seçmenden birinin oyunu alan Cumhuriyet Halk Partisi, 1950 yılından beri yapılan genel seçimlerden bir türlü tek başına iktidar olarak çıkamamış, mütemadiyen ana muhalefet partisi olarak kalmıştır. Muhalefette kalmak elbette küçümsenemez. Demokrasilerde, muhalefet de önemli görevler yapar. İktidar her yerde muhalefet ise yalnızca demokrasi ile yönetilen ülkelerde vardır. Ancak 1950’den beri geçen 70 yılda 3-4 defa koalisyon ortaklığı dışında tek başına iktidar olamamanın sorgulanması gerekmez mi? “Türkiye zaten çoğunlukla sağ (muhafazakar) görüşlü bir seçmen yapısına sahiptir”, diyerek statükoyu kabul etmek kolaycı bir yaklaşım olmaz mı?

       Bir ülkede iktidardakilerin de kendilerini yenilemeleri ve halkın isteklerine uygun hareket etmeleri için nöbet değişikliğine ihtiyacı vardır. Bu yüzden muhalefetin, sadece iktidarın yanlışlarını söylemesi, ikaz etmesi dışında tutarlı olması, güven vermesi ve her zaman alternatif olabileceğini göstermesi gerekir. Son yerel seçimlerde kurulan ittifaklarla birçok büyük belediyede başkanlık seçimlerini kazanmasına rağmen genel kanı, CHP’sinin muhalefet etme biçiminin yetersiz olduğu yönündedir. 3 Kasım 2002 genel seçimleri, demokrasi tarihimiz için bir dönüm noktasıdır. O seçimlerde yüksek seçim barajı nedeniyle meclise sadece iki parti girmiş, AKP %34 oy oranıyla mecliste % 65’lik bir çoğunluk elde etmişti. İkinci bir dönüm noktası da 16 Nisan 2017 Referandumuyla anayasanın değiştirilerek Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçiş yapılmasıydı. Bu sisteme göre 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan seçimleri de AKP kazanarak iktidarını sürdürmüş, CHP’de yine ana muhalefet görevinde kalmıştır.

      2002’den beri geçen 18 yılda CHP’sinin genel başkanı olarak 2010 yılına kadar Deniz Baykal’ı, o günden bugüne kadar geçen on yıl da da Kemal Kılıçdaroğlu’nu görmekteyiz. Bir siyasi partinin seçim kazanmasında kuşkusuz liderlerin önemli fonksiyonu vardır. Diğer partilerden biraz farklı olarak CHP bir lider partisi değildir. Yetişmiş kadroları ve değişik görüşlere tahammül geleneği vardır. Ancak genel başkanın parti üzerindeki ağırlığı da tartışılamaz. CHP’de kurultaydan sonra en yetkili organ olan Parti Meclisinden (PM), Merkez Yürütme Kurulunu (MYK) genel başkan atamaktadır. Parti meclisinde de çoğunluk genel başkanın listesinden oluşur. Belediye başkanları ve (2011 ve 2015 Haziran genel seçimleri hariç) milletvekilleri atanarak halkın önüne aday olarak getirilmektedir. Bu yüzden genel başkan parti politikalarında bir numaralı belirleyicidir. Dolayısıyla da sorumludur. İktidara giden yolun stratejisini genel başkan ile onun atadığı kadrolar tayin edecektir.

      İşte sorun buradadır. Bu strateji kazanmaya yetecek midir? Eski Donanma Komutanı Emekli Oramiral Nusret Güner, CHP’sinin muhalefet etme politikasını 28 Haziran 2020’de bir tweet atarak şöyle eleştirmiş, “Ana Muhalefet Partisi; bizim bir şey yapmamıza gerek yok; (Ülkenin düştüğü ekonomik zorlukları işaret ederek), zaten iktidar gidiyor demiş. Muhalefet bu zihniyette olursa, iktidar önümüzdeki seçimi de rahat kazanır; muhalefet, zorlukların üstesinden nasıl geleceğini anlatmalıdır." İktidarın kendiliğinden düşmesini ya da Z Kuşağının harekete geçmesini bekleyerek iktidar olunacağını düşünmek siyaset bilimiyle bağdaşmaz. İktidara yürümek için parti içi demokrasiden, halkı ikna etmekten, böylece umut ve heyecan yaratmaktan başka yol yoktur. CHP'de Ecevit'in 1973, 1977 genel seçimlerindeki ve SHP'de Erdal İnönü'nün 1989 yerel seçimlerindeki başarıları bunun sonucu idi. Sadece lider ve kadrosunun çabası yetmez. Ortak akıl ve tabandan destek almak gerekir. Son söz, 24. Dönem İstanbul Milletvekili Umut Oran'dan, "CHP’yi güçlendirmeden, tek başına en az %30 bandına oturtacak adımları atmadan, kurumsal değişimi tamamlamadan, parti içi demokrasiyi tesis etmeden ve partinin öz evlatlarına, öz ideolojisine, öz değerlerine sahip çıkmadan girişilecek ‘Genişletilmiş Millet İttifakı’ varsayılan etkiyi yapmayacaktır.” 

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr     25.09.2020

 

 

 

 

 



Formun Üstü



 

 

 

Formun Altı

 

29 Haziran 2020 Pazartesi

BİR SERVİS MACERASI






                                                         

        Coronavirus (Covit 19) salgını yüzünden evden çıkmamaya çalışıyorum. Geçen gün Meydandaki parkın yanından geçerken meslektaşlarım emekli öğretmenler Ahmet ile Mehmet beyin hararetli bir konuşmaya tutulduklarını gördüm. Yanlarına gittim. “Hocam, gel bir çay içelim”, dediler. Sosyal mesafeye dikkat ederek oturdum. Biraz sonra karton bardaklarda çaylar geldi. Çaylarımızı içerken Mehmet bey, kaldığı yerden anlatmaya devam etti.

        “Geçen gün anne ve babamı dolaşmaya arabamla köye gitmiştim. Bizimkileri ziyaret ettikten sonra akşama doğru eve dönerken yağmur başladı. Arabanın camları açıktı. Kapamak istedim ama bir türlü şoför mahallinin camı kapanmıyordu. Açık camla biraz ıslanarak eve kadar gelebildim. Arabamı 22 yıldır kullanıyorum. Bakımını ve tamirini zamanında yaptırdığım için şimdiye kadar ciddi bir sorun çıkarmadı. Bu işlerden anlayan bir arkadaşım da, katiyen arabanı değiştirme, gittiği yere kadar gitsin. Yeni modelleri o kadar sağlam değil, dedi. Zaten bu hayat pahalılığında bir de ona para ayıramam. Ertesi gün yakın bir ilçenin sanayi sitesinde tanıdığım bir oto kilitçisi ve elektrikçisi vardı. Onu aradım. Hemen gel, dedi. Gider gitmez usta arabanın kablolarını kontrol etti. Sonra bana dönerek, kablolar kopuk. Bu camın çalışması için sol ön kapının arasından geçen kabloların değişmesi ya da tamir edilmesi gerekir. Onlar yapılınca cam çalışacak, dedi. Hakikaten 2-3 kablo kopuktu.  Aşağı yukarı cam açıkken 50 km yol yapmıştım. O halde tekrar dönmek istemedim. Hava kapalıydı. Her an yağmur da yağabilirdi. Usta bana kabloların tamir işini oto elektrikçilerinin yapabileceğini, o ustalara gitmem gerektiğini söyledi. Bir kağıda iki usta ismi ve dükkan adresini yazdı.  Önce Necdet ustaya gittim ama işi olduğunu, yapamayacağını söyledi. Sırada ikinci usta vardı. Yılmaz ustaya gittim.  O da, ben yapamam ama aşağıda Yalçın usta var, selamımı söyle, yapsın, dedi. Bir alt bloktaki ustayı buldum. Yılmaz ustanın selamını söyledim. Durumu anlattım. Arabaya bakmadan ben yapamam, iki blok ötede Hasan usta var, ona git, dedi. Hasan usta 30 yaşlarında orta boylu, tıknaz bir ustaydı. Bir arabayla uğraşıyordu. Ayakta bekleyen birkaç müşteri de vardı. Ona da durumu anlattım.  Yaptığı işe çok önem veren biri tavrıyla, görmüyor musun, meşgulüm, yapamam, dedi. Ama hiç olmazsa bir görün, ne yapacağımı söyleyin, deyince, usta istemeden işini bırakıp arabaya bakmaya gitti. Bir taraftan da, sanki senin paran, para da bu müşterilerin ki para değil, diye söylendi. Artık ümidimi kesmiştim. Bu sanayi sitesinde benim işimi yapacak bir tane usta yoktu. Hepsi çok meşguldü. İyi ki uzaktan gelen bir yolcu değildim. Geri dönmek için arabama bindim. Yağmur atıştırmaya başlamıştı, hızlanmadan kasabaya varmalıydım. Yağmur tam ilçenin girişinde beni yakaladı ama fazla ıslanmadan her zamanki servise geldim. Elektrikçisinin başka bir işi varken beni öne aldı ve bir saat uğraşarak kabloları tamir etti. Arabanın sol camı artık çalışıyordu. İşin sonunda cüzi bir ücret aldı. Boşuna taş yerinde ağırdır, dememişler. Bu bana ders oldu. Bir daha başka yerde usta aramam.” 


 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr       29.06.2020