22 Nisan 2017 Cumartesi

2015 CHP UZUNKÖPRÜ İLÇE KONGRESİ KONUŞMASI

  
                                  




         Değerli arkadaşlar;
           
        Son ilçe kongresi üzerinden yaklaşık 3.5 yıl geçti. Ülkemizde bu geçen 3.5 yıl içinde olumsuz bir çok gelişme oldu. En son Rusya’ya ait bir uçağın düşürülmesi sonucu savaşın eşiğine geldik. Ondan önce Ankara’da canlı bombaların kendilerini patlatması sonucu 101 masum vatandaşımız hayatını kaybetti. Daha öncelere gidersek Diyarbakır, Suruç, Reyhanlı, Ermenek, Soma faciaları yaşandı. İçimiz yandı. Şehitlerimiz artmaya başladı. Gezi olaylarını, 17/25 Aralık operasyonlarını, Balyoz, Ergenekon davalarını anımsadığımızda sanki uyanıkken kabus görür gibi olduk. Hayat pahalılığını, dövizin fırlamasını, iç ve dış borcumuzu, komşu ülkelerle olan sorunlarımızı , kadın cinayetlerini, hukukun katledilmesini, basına, medyaya konan sansürü, eğitim ve sağlıktaki geri gidişi ve daha bir çok olumsuzluğu eklersek, ülkemizin gidişatının iyi olmadığını, bunun bir an önce düzeltilmesi gerektiğini anlarız.
       Son yıllarda gerçekleşen, kısaca özetlediğim bu olaylardan sonra ülke olarak rotasını şaşırmış bir gemi gibi dalgalarla boğuşuyoruz. İşte bu noktada CHP’si  ülkeyi kurtarmak için AKP iktidarına karşı seçenek olmak zorundadır.
Ancak CHP’sinin son yıllarda yapılan tüm seçimlerde % 25 gibi bir oy oranına saplanıp kalması ve adeta patinaj yapması bu partiye oy veren seçmenlerinin ve üyelerinin hayal kırıklığına uğramasına neden olmaktadır. Burada oy vermeyen seçmenleri suçlamak,”ne yapalım bu kadar çalışıp, ekonomik vaatlerde bulunduğumuz halde, halk bizi anlamıyor”,demek olayın özünü kavramamak,
kolaycılığa kaçmaktır. CHP her ne kadar Türkiye’nin en demokratik partisi olarak gözükse ise de üst yönetimden başlayarak üye, örgüt yapısına ve işleyişine kadar yapısal sorunları vardır. Liderin değişmesi seçmene ve üyeye güven vermek için yeterli değildir. Bununla birlikte parti içinde katılımcı, demokratik, saydam, eşitlikçi, hesap verebilir bir yönetim anlayışına ihtiyaç vardır. Tekrar “emek en yüce değerdir” zihniyetinin partide egemen olması gerekir.
       Parti içinde üye kayıtları kongrelere yönelik değil, iktidar olmak için olmalıdır. Parti içinde yarışlar eşitlikçi ve adil olmalı, tüzük keyfi uygulanmamalıdır. Parti içinde yükselmek ve bir yerlere gelebilmek için öncelikle emek, liyakat aranmalıdır. Kongrelerde ve ön seçimlerde üyenin ya da delegenin özgür iradesine  belediye başkanlarının, milletvekillerinin ve  üst yönetimlerin müdahalesi önlenmelidir. Eğer bunlar önlenmezse, şimdiye dek olduğu gibi güçlülere dayanmak, biat etmek geçerli kılınırsa bu da kısır döngüye neden olur. Üye çalışmak, kendini geliştirmek yerine en kolayından güç sahiplerine yanaşmayı seçer. Parti de samimi, gönüllü çalışacak üye yerine çıkarını düşünen üyeye sahip olur. Bu da partiye zafiyet getirir.
       2008’de yapılan 14.Olağanüstü Program ve Tüzük Kurultayında genel başkana MYK üyelerini, parti meclisi içinden seçme hakkı tanındı. Bu yetkiyi sayın genel başkanımız da kullanmış, değiştirme gereğini duymamıştır. Nitekim 2010 yılından bu yana MYK üyeleri defalarca değiştirilmiştir. Genel başkanın bu yetkileri, üst yönetimin il ve ilçe başkanlıklarını kolayca görevden alabilmeleri partide genel merkezi güçlendirmiş, üst yönetime yakın olmayanların yükselmeleri güçleşmiş, yine zincirin halkalarından biri olan yerel seçimlerdeki adayların genel merkezce atanmaları, hizipleşmeyi ve bunun doğal sonucu olarak yalnızca bir avuç insanın politika yapmasını getirmiştir.
       Örgütlerdeki keyfi uygulamalarına örnek vermek gerekirse, şunları söyleyebiliriz; İl ve ilçe örgütlerinin, herkesin uyması gereken partinin anayasası sayılan tüzüğüne göre (madde 29) en geç 2 ayda bir genişletilmiş yönetim kurulu toplantısı, 57/C maddesi gereğince 3 ayda bir il-ilçe danışma toplantısı ve her seçimden sonra 2 ay içinde seçim değerlendirme toplantısı yapması gerekirken bunların yapılmadığını görmekteyiz. Trakya, Ege ve İzmir’de yüksek oranda oy almaktayız. Tabii ki bu sevindirici bir durumdur. Ancak bu sonucu sadece örgütlerin başarısına bağlarsak, orada yaşayan insanlara haksızlık etmiş oluruz. Bu bölgelerde aldığımız oylar, buradaki  halkımızın bilinç düzeyinin yüksekliğini, Atatürk’e ,onun ilkelerine ve Cumhuriyete bağlılığını gösterir. Çağdaş Türkiye özlemini gösterir. Onun için hiç kimse şöyle başarılıyız, böyle başarılıyız kibrine girmesin. Bu oylar hiçbir zaman çantada keklik değildir. Kaldı ki başarı kıstasını yalnızca yüksek oranda oy almaya bağlarsak, Türkiye de genel olarak AKP en yüksek oranda oy almaktadır. O halde iktidar partisi olan AKP başarılı mı sayılmalıdır?                                                                                                               
      Geçen 30 Mart 2014 yerel seçimler öncesi ve sonrasında partimizde 30 yıla yaklaşan  parti üyeliğimde görmediğim olaylara değinmeden geçemeyeceğim. Bu seçimlerde genel merkez, Edirne ve ilçelerinde il genel ve belediye meclis listeleri için eğilim yoklaması kararı almıştı ancak ne olduysa bu karardan on gün sonra karar değişti. Sandık koyup, koymama yetkisi yönetim kurullarına bırakıldı. Uzunköprü’de eğilim yoklaması yapılması için üç günde toplanan 700’e yakın üyenin imzasına rağmen sandık üyenin önüne konmadı. 1400’e yakın üyenin söz ve oy hakkı elinden alındı. Aday adaylarının da demokratik bir şekilde seçilme imkanı yok edildi. Eşitliğin, hakkın, hukukun, adaletin ve emeğe saygının olması gereken sosyal demokrat bir partide bu yetki bunlara uyulmayarak keyfi bir şekilde kullanıldı. Sonrasında ne oldu?  Yönetim kurulunda 9 kişi tüm kararları ve sorumluluğu alarak belediye ve il genel meclis listelerini oluşturdular. Buna göre yönetim kurulunda görev alan iki bayan üyenin eşleri belediye ve il genel meclis listelerinin başında, yine yönetime destek veren iki kooperatif başkanından birinin eşi, diğerinin kardeşi belediye meclisinde yer aldı. Diğer meclis ve il genel meclis üyelerinin de, yönetime yakın olanlardan seçildiğini söyleyebiliriz.
Tüzüğümüze göre tüm üyelerimize eşit ve adil davranarak birliğimizi ,beraberliğimizi sağlaması gereken ilçe başkanı ve yönetimi bu görevlerini hakkıyla yerine getirmemişler, üyeler arasında ayrımcılık ve kayırmacılık yapmışlardır.
       Halkımızın büyük çoğunluğu demokratik, laik, hukuk devletinden ve parlamenter rejimden  yanadır. Yargı, yasama ve yürütme ayrılığına dayalı sisteme inanır. Anayasaya saygılıdır. Bunun yanı sıra, insanlarımız aralarında yer almak istediğimiz tüm çağdaş ülkelerde olduğu gibi bireysel özgürlüklere ve hayat tarzlarına karışılmadığı, medya ve basın özgürlüğünün tam anlamıyla yaşandığı, fırsat eşitliğinin olduğu, çatışmasız, savaşsız, huzurlu ve müreffeh bir ülkede yaşamak istemektedir. Bu istekler, katılmak istediğimiz Avrupa Birliği normlarıdır. İşte tüm bu istekleri yerine getirebilmek için Cumhuriyet Halk Partisi’ne  ihtiyaç vardır. Nasıl bir CHP ? CHP’sinde tepeden tırnağa zihniyet devrimi yapılmalıdır. En geniş şekilde, üst yönetimden başlayarak parti içinde; saydamlık, eşitlik, hesap verilebilirlik, katılımcılık ilkeleri hayata geçirilmeli, ortak akıl işletilerek ve emeğe değer verilerek demokratikleşme hamlesi yapılmalıdır. Yoksa taşıma kadrolarla, yalnızca vitrin düzenleyerek iktidar olunmaz. Bunun sonucunda parti olarak, yerimizde saymaya devam ettiğimiz gibi ülkemizin de geleceğini karartmış oluruz. Hepinize, sağlıklı, mutlu günler diliyor, saygılar sunuyorum. "Yaşasın Cumhuriyet Halk Partisi.".         




ORHAN  KALYONCU
 29.11.2015   










BİREY OLMAK











             Birey olmak, bir insanın düşünceleriyle, karakteriyle özgürce kendi olması demektir. Özgür toplumun yolu, özgür birey olmaktan geçer. İnsanların düşünce ve kararlarında özgür olması, özgürce hareket etmesi, onun  yaratıcılığında önemli rol oynar. Özgün düşünce böyle oluşur. Bizim gibi demokrasisi emekleyen ve gelişmekte olan ülkelerde ise bu durum güç sahiplerince pek istenmez. “özgür düşünen kafalara, zararlı fikirler üşüşür”, diyenler bile olmuştur. 
        
          20. yüzyılın İngiliz yazarlarından George Orwell’in 1949 yılında yayınladığı “1984” adlı eserinde kahramanlardan biri şöyle der, “partinin dünya görüşü, onu hiç anlamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı. Çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından bir şey kalmıyordu.” Bu eser 1949 yılında, 1984 yılı tahayyül edilerek yazılmıştı. Bu kitapta kısaca; Büyük Birader tarafından bir ülkenin baskıcı yöntemlerle nasıl yönetildiği, gözetlendiği, dinlenip takip edildiği, rejim karşıtları ile aydınlarının hapishane ve işkenceyle susturulmaya çalışıldığı anlatılıyordu. Böylece tek tip insan modeli yaratılarak bireylerin özgür davranmaları engelleniyordu. Buna karşılık yönetici sınıf lüks içindeydiler. 68 yıl önce 1984 yılı hayal edilerek yazılan bu kitaptaki olaylar, günümüzdeki dünyada hayalden ibaret midir? 
        
         Aslında, hazır kalıplara değil, beynin ve aklın süzgecinden geçirilen fikirlere inanmak önemlidir. Biat eden, her şeye körü körüne inanan değil, bilimin ışığında düşünen insanlar olmamız gerekir. Yazar, yönetmen, müzisyen Zülfü Livaneli, Orta Zekalılar Cenneti adlı kitabında şöyle der, “sürüden ayrılan insanı, hiçbir rejim sevmez. Sürüden ayrılmanın, birey olmanın ve kendi kafasıyla düşünmenin en önemli göstergesi okumaktır." Yunan Felsefesinin kurucularından Sokrates (M.Ö 469-399 Atina) “kişilerin değil, ilkelerin peşinden gideceksin” diyerek asırlar önce, kişilerin değil, ilkelerin önemini vurgulamıştır.

        Özgür insan, özgür düşünce ve birey olmanın önemini ülkemizin kurucusu, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 1 Mart 1923 tarihli Meclis açılış konuşmasındaki şu sözlerinde de bulabiliriz, “ Bir insan belki kendi isteği ile kişisel özgürlüğünü bir kenara bırakabilir. Fakat bu girişim koca bir ulusun hayatına ve özgürlüğüne zarar verecekse, büyük ve onurlu bir milli yaşam bu yüzden sönecekse, o milletin evlatları ve torunları bu yüzden yok olacaklarsa bu girişim hiçbir zaman meşru ve kabul edilebilir bir konu olamaz. Ve hele böyle bir girişim hiçbir zaman özgürlük adına hoşgörü ile düşünülemez.”





Orhan Kalyoncu 
14.04.2017

ANAYASA ÜZERİNE

    

             
                                      Vadi kent-Beylikdüzü/İstanbul


            Anayasalar; kamu düzeni için tüm toplumu kapsayan, herkesin hakkını ve hukukunu koruyan aynı zamanda ülkenin idari yapısını ve şeklini de düzenleyen toplumsal uzlaşma metinleridir. İnsanlar, beraber yaşamaya başladıklarından beri hep insan haklarına saygılı bir düzen istemişlerdir. İnsan hakları, her insanın insan olmaktan gelen en doğal hakkıdır.  Bu konuda ilk kilometre taşı, 1215 yılında İngiltere Kralına karşı insan haklarını savunan ilk bildirge olan “Magna Carta”dır. 1776’da Amerika’da yayınlanan “Amerika Bağımsızlık Bildirgesinde de tüm insanların eşit yaratıldığı ve halkın, memnun olmadıkları yönetimleri değiştirme haklarının olduğu belirtilir.
 
          Yine 1789’da Fransız Devrimi sonunda Monarşinin yerine Cumhuriyet ilan edilmiş, Fransız Ulusal Meclisi tarafından “Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” yayınlanmıştır. Bu bildiri, insanların eşit doğduğunu ve eşit yaşamaları gerektiğini ve her türlü egemenlik hakkının millete dayalı olduğunu, mutlak egemenliğin bir kişi ya da bir grubun elinde bulunamayacağını belirtir. 10 Aralık 1948’de de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini” kabul etmiştir. İnsanların özgürlük, eşitlik ve kardeşliğine vurgu yapan bu bildirinin imzalandığı 10 Aralık günü tüm dünyada “İnsan Hakları Günü” olarak kutlanır.
    
          Osmanlı’nın İmparatorluk döneminde de bu arayışlar sürmüş,  bu konu ile ilgili Fermanlar yayınlanmıştır. 1839’da Tanzimat Fermanı, 1856’da Islahat Fermanı, 1860’ta Sultan Abdülaziz Fermanı daha sonra 1876’da 1.Meşrutiyet, 1908’ de 2.Meşrutiyet ilan edilmiştir. 1921’de ilk anayasamız Teşkilatı Esasiye Kanunu kabul edilmiştir. İlk iki maddesi,” hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir ve icra kudreti Büyük Millet Meclisinde tecelli eder”, şeklindedir. 20 Nisan1924’te ikinci anayasa kabul edilerek 1921 Anayasası yürürlükten kalkmıştır. Bu Anayasanın 3. maddesinde de “Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir. Bu egemenliğin tek temsilcisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir”, der. Daha sonra da 1961 ve 1982 anayasalarını ülke olarak hayata geçirdik. Bu anayasalara göre de egemenlik milletindir ve onu Millet Meclisi vasıtasıyla kullanır. 1982 Anayasası uzlaşma yoluyla mecliste bir çok kez, referandum yoluyla da iki kez değiştirilmiştir.
     
         Son anayasamızın omurgası yasama, yürütme ve yargı organlarının ayrı olması üzerine oturmuştur. Buna biz güçler ayrılığı diyoruz ve bu ayrılık devlet idaresinde denge ve denetimi sağlamaktadır. Getirilmek istenen anayasa değişiklik paketinde bu ortadan kaldırılarak hepsi cumhurbaşkanlığında toplanmak isteniyor. Seçilecek cumhurbaşkanı aynı zamanda bir partinin genel başkanı olacak ve genel seçimlerde kendi partisinin milletvekili listesini hazırlayacaktır. Bununla birlikte dışarıdan sayısı belirsiz cumhurbaşkanı yardımcıları atama, kararname çıkarma, bütçe hazırlama, olağanüstü hal ilan etme, idari yapıyı değiştirme, yüksek yargıyı belirleme yetkilerine de sahip olacaktır. Böylece yürütme, yasama ve yargı tek elde toplanmaktadır.
        
         İnsanlık, geçirdiği tüm demokratik evrimlerden sonra tek bir kişiye bu kadar yetkinin verilmemesi gerektiğini bize göstermiştir. Siyasi ve toplumsal hayatımızın daha demokratik ve çağdaş olması isteniyorsa, gücün tek bir kişide toplanması yerine katılımcılığın arttırılması gerekir. Bunun içinde öncelikle, seçim ve siyasi partiler yasalarının değiştirilerek, dünyanın hiçbir yerinde olmayan %10 seçim barajının ve partilerdeki lider sultasının kaldırılması sağlanmalıdır.





Orhan Kalyoncu 
10.04.2017

9 Nisan 2017 Pazar

BİR SABAH UYANINCA

      



            Bir sabah uykudan uyanınca kendimi, sakin, mutlu, birbirine saygılı, eğitimli, sağlıklı insanların yaşadığı bir ülkede bulmak isterim. Bunun bir rüya değil, gerçek olmasını isterim.  Çocuklarımızın, yanı başımızdaki gelişmiş ülkelerde olduğu gibi bu cennet vatanda özgürce yaşamaları erişilmesi imkansız bir hülya mı olur? Şehit kanıyla sulanmış bu topraklarda özgürce yaşayalım diye atalarımız canlarını vermişler. Bize düşen birbirimize düşman olmak değil, kardeşçe, uygarca bu ülkede yaşamaktır.
     
           Ancak gelin görün ki öyle bir yaşamdan uzaktayız. Neredeyse her gün stres ve gerginlikle uyanıyoruz. Siyasetteki sertlik ve kırıcılık ister istemez hepimizi etkiliyor. Buna son verilmesi gerekirken ve ülkenin o kadar bekleyen acil sorunları varken şimdi de deyim yerindeyse dört aydır anayasa referandumu ile yatıp kalkıyoruz. Halbuki, ülkemizde çözüm bekleyen dev gibi sorunlarla karşı karşıyayız. Hepsi de çok tatsız. Dış işlerinde Avrupa Birliği ülkeleri ve komşu ülkelerle çeşitli konularda gerginlik yaşamaktayız. Bir taraftan Güneydoğuda terörle mücadele sürerken, Suriye’de de sınırlı bir savaş içindeyiz. Ege Adalarında Yunanistan adalarımıza el koymakta, Kıbrıs içinde taviz istenmektedir. 

          Tüm bu dış politikadaki olumsuzluklar sürerken, içte de işsizlik, enflasyon, döviz fiyatları artmakta, tarım, hayvancılık ve sanayide de alarm zilleri çalmaktadır. Son yıllarda turizm, ihracatımız gelirlerimiz azalmış, dış borcumuz da artmıştır. Basın, medya ve gösteri özgürlükleri ile insan hakları konusunda da notumuz düşmüştür. Ülkemiz, son üç yılda olağanüstü olaylar geçirdi. 2014’te yerel ve cumhurbaşkanlığı ardından 2015’te önce 7 Haziran sonra 1 Kasım genel seçimleri oldu. Bu dönemde bilhassa 2015 Haziranından sonra patlayan bombalar, katledilen insanları gördük. Bunlar yetmezmiş gibi devletin içine yuvalanan hainlerin 15 Temmuz 2016’da darbe kalkışmasına şahit olduk. Şehitlerimiz oldu, Bunlar, önlenemez olaylar değildi.
      
         Tüm yaşanan bu sorunların dışında şimdi yeni bir konumuz var, “referandum”. Anayasa değişikliği ile tek bir kişiye tüm yetkilerin verilmesi isteniyor, böylece mevcut sistemle çözülemeyen sorunlar tek adamla mucizevi bir şekilde çözülecek deniyor. Ama evrensel kurallar bunun tam tersini, yani yönetimlerin demokratik, katılımcı, saydam, eşitlikçi ve hesap verebilir olduğu takdirde, o ülkenin gelişeceğini söylüyor. Bu referanduma harcanan zaman, para ve enerji ülkenin bekletilen acil sorunlarına harcanabilirdi. Bu değişiklik paketi demokraside geriye gidiştir. Bu sınavı “hayır” oyu vererek başarıyla geçmemiz gerekir. 



09.04.2017 
Orhan Kalyoncu
      

    

NEDEN “HAYIR” ?

    






          16 Nisan 2017 pazar günü yapılacak 18 maddelik anayasa değişiklik paketine ilişkin referandumda şu soruya yanıt arayacağız. Demokratik Parlamenter Sistem mi yoksa Cumhurbaşkanlığı Hükümet (Türk Tipi Başkanlık) sistemi mi olsun? Eğer tercihimizi seçimle gelen ancak tüm gücü bir kişi üzerinde toplayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde değil de halkın egemenlik gücünü seçtiği milletvekilleri vasıtasıyla kullandığı Demokratik Parlamenter Sistemden yana kullanırsak bu teklife hayır diyeceğiz. Bu değişiklikleri getiren maddeler,  Amerika Birleşik Devletlerindeki başkanlık sistemine ya da Fransa da ki yarı başkanlık sistemine hiç benzememektedir. O ülkelerde katı bir güçler ayrılığı vardır. Getirilmek istenen Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminde ise yasama, yürütme ve yargı bir kişide toplanmakta, bakanlar dışarıdan atanmakta, denetim ve denge mekanizmaları adeta yok olmaktadır.
     
          Devletin bütçesini yapabilen, yüksek yargıyı seçen ve partili olan bir cumhurbaşkanı sisteminde muhalefet nasıl hayat bulabilecektir. Bu bir haksız rekabet değil midir? Bir kere oraya seçilen bu şartlarda oradan hiç inmeyecek demektir. Bir ülkede demokrasinin olup olmadığını anlamak için iktidara değil muhalefete bakmak gerekir. Muhalefet özgürce görevini yapabiliyor, iktidara alternatif olabiliyorsa o ülkede demokrasi vardır. Demokratik parlamenter sistemde, millet egemenlik hakkını seçtiği milletvekilleri vasıtasıyla kullanır ve partilerde siyaset yapar. Bu hakkını tek bir kişiye verirse, partiler ve milletvekilleri sadece temsili kalır ve yurttaşlar herhangi bir sorununda kendisine muhatap bulamaz.
       
         Söz konusu anayasa değişiklik paketinde aynı kişinin cumhurbaşkanı seçilme imkanı 15 yıla kadar çıkabilmektedir. Amerika da seçilen başkanın süresi ise 4 yıldır ve en fazla iki dönem seçilebilir. Bununda bir mantığı vardır. İktidarlar yıpranır zamanla yorgun düşerler. Arada nöbet değişikliği gerekir kamu yönetiminin sağlığı ve dirliği açısından. İktidarda olsun, muhalefette olsun bir yurttaş olarak tüm siyasetçilerden beklediğimiz hırslarını sınırlandırmaları ve halka hep doğruları söylemeleridir. 
         
          Bu anayasa paketinde bazı halka hoş gelebilecek maddelerde bulunuyor. Milletvekili seçilme yaşının 18’e indirilmesi, yargının bağımsızlığının yanı sıra tarafsızlığının da eklenmesi ve milletvekili sayısının 600’e çıkarılması gibi. Ancak yine yakından incelersek bunların demokratikleşme açısından halka fazla bir katkısının olmadığını görürüz. Öyle ya 18 yaşındaki bir gencin ailesi önce onun tahsilini bitirmesini ve ekonomik bağımsızlığını kazanmasını ister. Zaten daha önce seçilme yaşı 25’e indirildiği halde şimdiki mecliste o yaşta bir kişi bile yok. Gerçekten gençlerin siyaset yapması isteniyorsa üniversitelerde ve partilerde onlara, bu konuda konan engeller kaldırılır. Yüksek yargının seçilmesinde cumhurbaşkanı ve iktidar partisi belirleyici olduktan sonra bağımsız kelimesinden sonra tarafsız yazılsa ne olur?  Yine Türkiye Büyük Millet Meclisinin işlevi azaltılırken 1982 anayasasında 400 daha sonra 550 olan milletvekili sayısı 600 olunca ne değişecektir?
         Bize yol gösteren Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk, der ki; “İstiklal, istikbal, hürriyet her şey adaletle kaimdir” ve “egemenlik verilmez, alınır”.





05.04.2017 
Orhan Kalyoncu 

DEMOKRASİ YOLCULUĞU

    



            Türkiye, Osmanlı dönemindeki 2. Meşrutiyetin (1908) ilanından sonra çıktığı demokrasi yolculuğunda çok badireler atlattı. Ne yazık ki demokrasinin tam olarak oturduğunu söyleyemeyiz. Demokrasiyi içselleştiremedik. Kurallara, önce kuralları koyanların uyması gerektiğini, yüz yıldan fazla zaman geçmesine rağmen bir türlü öğrenemedik. Yine de demokrasi yolculuğu zorluklara rağmen devam etmek zorundadır. Çünkü laiklik, demokrasi, hukuk, kişi hak ve özgürlükleri insana en yakışan ilkelerdir.
       
           Yine demokrasinin temel ilkelerinin başında; hesap verilebilirlik, katılım, herkese söz hakkı, denetim ve oy güvenliği gelir. Bunların şeklen değil, özde olması gerekir. Bundan dolayı gelecek nesiller için, ülkede yaşayan tüm insanların demokrasiye olan inancı kaybolmadan bu demokrasi yolculuğuna katkıda bulunmasını, özgürlükleri talep etmesini önermekteyim.
       
           Şimdi ise demokrasi yolculuğumuz, 16 Nisan 2017’de anayasa değişiklik referandumu ile yeni bir sınavla karşı karşıyadır.  Vereceğimiz “evet” ya da “hayır” oyları demokrasimizin kalitesini ortaya koyacaktır. Ülkemizin kurucusu büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği muasır devletler seviyesine gelmeyi hedefliyorsak, onlar gibi demokrasinin evrensel kurallarını hayata geçirmemiz gerekir. Bunların en başında fikir ve ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri hakkı, basın, medya ve sosyal medya özgürlüğü gelir. Laiklik ve hukuk devleti ilkelerini de tam olarak hayata geçirmemiz gerekir. 
         
          Bu referandum basit bir oylama değildir. Vereceğimiz karar yıllar boyu ülkemizi ve gelecek nesillerin kaderini etkileyecektir. Bu bir parti meselesi değil, bir memleket meselesidir. Düşünün ki seçilen bir cumhurbaşkanı aynı zaman da bir siyasi partinin de genel başkanı olacaktır. Tarafsız olması gereken ve böyle yemin eden bir cumhurbaşkanı nasıl tarafsızlığını koruyacaktır? Bir siyasetçi, önce partisini ve gelecek seçimleri düşünmeyecek midir? Onun için bu durumda tüm toplumu kucaklaması mümkün olamayacaktır. 

         Cumhurbaşkanı aynı tarihte beraber yapılacak seçimlerde kendi milletvekili listelerini hazırlayacak, seçimlere öyle girecektir. Böylece yürütme (bakanlar kurulu) ve milletvekilleri (yasama) cumhurbaşkanının seçtiği kişiler olacaktır. Yüksek yargıyı atama inisiyatifi de büyük çapta kendisine aittir. Cumhurbaşkanı yalnızca bu yetkilere sahip olmakla kalmıyor, bunların yanı sıra kanun hükmünde kararname çıkarma, olağanüstü hal ilan etme, idari yapıları yeniden yapılandırma, bütçe hazırlama, savaş ilan etme, bürokrasiyi ve rektörleri tayin etme, gerekli gördüğünde meclisi feshetme ve kendisi ile beraber seçime götürmeye de yetkili kılınıyor. Tüm bu yetkilerin kullanımında sorumsuz olacak, yalnızca seçimlerde halka hesap verecektir. Eğer bir suç işlerse de üçte iki çoğunlukla  (daha önce ataması kendisi tarafından yapılan) yüce divan da yargılanabilecektir.
        
        Denetim ve denge unsurlarının olmadığı rejimlerde tek adamlığa kaymanın çok kolay olduğunu tarih bize göstermiştir. O nedenle cumhuriyete, demokrasiye, özgürlüğe, hukuk devletine, laikliğe, Atatürk ilke ve devrimlerine, demokratik parlamenter rejime “evet” demek için referandumda, “hayır” dememiz gerekir.
       



31.03.2017
Orhan Kalyoncu