20 Ocak 2016 Çarşamba

ANLARIMIZI YAŞARKEN

   






Bir Daha Gelirsem Eğer


Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim, daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim birçok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Elbette mutlu anlarım oldu ama,
Yeniden başlayabilseydim eğer,
yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem.
Yaşam budur zaten:Anlar, sadece anlar.
Siz de anı yaşayın.
Hiç bir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiç bir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim, ilkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder,
güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım,
bir şansım daha olsaydı, eğer.
Ama işte 85 ‘indeyim
ve biliyorum…Ölüyorum…


 

             
           Arjantinli şair JORGE LUIS BORGES (1899-1986) 1985'te yukarıda ki 'ANLAR' şiirini yazdıktan sonra 1986'da karaciğer kanserinden öldü. Şairimiz ölmeden bir yıl önce yazdığı şiirde istediği gibi yaşayamadığını, hayattaki pişmanlıklarını, isteklerini belirtmiş. Eğer bir daha hayata gelirse daha az hata yapacağını ve özellikle anı yaşayacağını yazmış. Bize de anı yaşamımızı tavsiye etmiş. Sizin ikinci bir hayat yaşama şansınız olsaydı nasıl yaşardınız? Birincisi gibi mi yaşardınız? Hatalarınızdan dersler alır mıydınız?  Ama ne yazık ki yaşadığımız yılları geri alarak ikinci bir yaşam şansımız yok. Hele, belirli bir yaştan sonra kaçınılmaz sona yaklaşmamız sanki daha fazla hız kazanıyor. Sonuçta bundan kaçış yok ancak şu soru aklımıza gelebilir. "Acaba yaşamın hakkını verebildik mi?" Hatalarımızın ve pişmanlıklarımızın çok ötesinde "yaşamı dolu dolu yaşayabildik mi?" Bu sorulara olumlu yanıt verebiliyor muyuz? Olumlu yanıt vermek, sadece "iyi yaşadık, gezdik, iyi yedik içtik, her istediğimizi yaptık" demek mi?
         
                  Bence, İnsan olarak o kadar bencil olamayız. İnsanlara, insanlığa ne kattık? O sorunun yanıtı da çok önemli. Ailemizden ve en yakın çevremizden başlayarak yaşadığımız topluma karşı sorumluluklarımızı ve görevlerimizi acaba  yerine getirebildik mi? İnsanın tabiatından gelen ve toplumun şartlanmışlıkları ile de pekişen para hırsı, mal mülk hırsı, makam mevki hırsı gibi hırslarımıza esir mi olduk? yoksa ölçülü mü davrandık? Eskiden insanlar, "önce toplum" derlerdi. Ölçü kaçtı. İnsanların arasında bırakın sevgiyi, saygıyı da arar olduk.Teknoloji ilerledi, refah arttı, yaşam seviyesi iyileşti ama sevgi, saygı, yardımlaşma duygusu, arkadaşlık gibi hasletlere ne oldu? Sizce, artık bu sınırlı yaşamımızda insan olmanın özüne dönme vakti gelmedi mi?

Hür Gazete 08.01.2012

KOCAMAN'IN YÜREĞİ

          








               Her zaman ki gibi adam sabah erken kalkmıştı. Hemen her gün sabahleyin, gün doğmadan yaşadığı küçük kasabanın etrafında yürüyüşe çıkardı. Bu ona zindelik verirdi. Zaten bu alışkanlığından ötürü arkadaşları onun yaşından epey genç gösterdiğini söylerdi. Yine öyle bir günde, hiç ummadığı bir olayla karşılaştı. Ormanlık alandan çalı çırpı toplayan birkaç gariban vatandaş bir ateş yakmış, etrafında kümelenmiş, sabahın ayazından  korunmaya çalışıyorlardı. Her şey olağan görünüyordu ancak kenarda dikkatli bir gözün fark edebileceği büyük bir naylon çuval kıpırdar gibiydi. Biraz daha dikkatle bakınca bunun , çuvalın içine konan ve kurtulmaya çalışan yavru bir ayı olduğunu gördü. Hayvancağız kurtulmaya çalışıyor ancak çaresizce debelenmekten öte gidemiyordu.
 
              Adam yabancılara yaklaştı. "Merhaba,kolay gelsin", dedi. Sağ olun' diye kalabalıktan ortak bir ses çıktı. Sonra sessizce oturmaya devam ettiler. Adam da gelerek ateşin yanına çöktü. Sigara paketini çıkardı, ağzına bir sigara yerleştirirken paketi diğerlerine de uzattı. İkisi alırken, iki kadın hiç tepki vermedi. İlerde çadırda uyuyan çocukları da vardı. Çadırın girişi açıktı, yer yatakları görünüyordu. Sessizce adam ve diğerleri birbirlerine baktılar, sonra adam söze girdi.
"Bu hayvancağızı nereden buldunuz?" Adamlar yutkundular, sonra birisi yanıtladı,.
"ormanın içinde kuru dalları ve kozalakları toplarken birden karşımıza çıktı, bizden korkup kaçtı. Ancak ayağına kıymık batınca fazla uzaklaşamadı, yakaladık."
"Onu ne yapacaksınız?" "Henüz ne yapacağımızı düşünmedik ama Bursa'da akrabalarımız var, sirkte çalışıyorlar. Onlar, bize bu tip hayvanların para yaptığını söylemişti. Ona vereceğiz."
"Sizce onun değeri ne kadardır, ne kadar istersiniz?"
"Vallahi beyim, biz onu Bursa'ya gönderdiğimizde elimize 500 lira geçer." 
"Peki, o zaman ben size 600 lira vereyim. Hem göndermekle de uğraşmazsınız. Tedavisini de ben yaptırırım."
"Oldu beyim,verin parayı alın hayvanı."
       
              Adam,3 aylık emekli maaşını bir gün önce bankadan çekmişti. O gün faturalarını ödemesi gerekiyordu. Hiç düşünmeden bunun 600 lirasını ayıyı yakalayan adamlardan birinin avucuna saydı. Adam ayıya baktı, çuvalın içinde çaresizce yatıyordu. Şimdi onu evine nasıl götürecekti? Yine göçebelerden biraz önce parayı saydığına rica etti. Hayvanı at arabasıyla evine kadar götürürse bir 20'lik daha vereceğini söyledi. Teni güneşten iyice kararan adam bunu memnuniyetle kabul etti. At arabasıyla yarım saatlik yolculuğun sonunda adamın bahçe kapısının önüne gelmişlerdi. Her ikisi çuvalın birer yanından tutarak, ayıyı bahçenin bir kenarına koydular. Esmer adam hemen at arabasına atlayıp gitti.
         
              Şimdi asıl zor olan adamın olayı karısına anlatmasıydı. Hele 3 aylığının 620 lirasının gittiğini öğrenince kim bilir karısı ne yapardı? En iyisi para verdiğini söylememekti. Öyle de yaptı. Yolda göçebe vatandaşlardan ayıyı yarasını iyileştireceğini söyleyerek aldığını söyledi. Kahvaltı ettiler. Artık gün başlamıştı. Bir veteriner bulmalıydı. Bir öğrencisi vardı. Cepten onu aradı. 2 saat sonra gelebileceğini söyledi. Bu arada yavru ayıya evdeki bal kavanozunda kalan balı verdi. Meyve sepetindeki armutlar da tam yavru ayının seveceği olgunluktaydı. Onları da ondan esirgemedi. Veteriner, ayının ayağında ki kıymığı çıkardı, pansumanı yaptı, mikrop kapmasın diye bandajladı ve gitti. Adam günlerce ayıya evladı gibi baktı.                    
               
              Hayvan her geçen gün büyüyor ve serpiliyordu. Birbirlerine çok alışmışlardı. Ona KOCAMAN diyorlardı. Yaşı küçüktü ama kendisi kocamandı. Kocamanın bahçede güzel bir kulübesi de olmuştu. Böylece iki sene geçti. Adamla karısı 25 senelik evliydi. Onca tedaviye rağmen çocukları olmamıştı. İşte çocuk sevgisini onda bulmuşlardı. Eninde sonunda ondan ayrılacak olma düşüncesi, özellikle adamı son derece rahatsız ediyor, uykularını kaçırıyordu. Artık Kocaman kulübeye de sığmamaya başlamıştı.

             Sonunda karar verdiler yakındaki büyük şehrin hayvanat bahçesine vereceklerdi. Hem sık sık ziyaretine de giderlerdi. Telefon ettiler, hayvanat bahçesi müdürü olaya sıcak yaklaştı. Demir parmaklı kasası olan bir kamyonetle almaya geldiler.Artık veda etmek zamanıydı. Hayvanat bahçesinin arabasına KOCAMAN binerken, gözlerinden yaş geliyordu. Adamla karısı da ona el sallarken göz yaşlarına engel olamıyor, hüngür hüngür ağlıyorlardı. Sanki; yıllar sonra kavuştukları çocuklarını kaybetmiş gibiydiler.


Hür Gazete 10.12.2011

18 Ocak 2016 Pazartesi

ERİKLİ SAHİLİNDE BU YAZ

            


Erikli Sahili 








                2010 Yazı Erikli'de çok sıcak geçti tıpkı tüm Türkiye'deki gibi. Temiz denizi, sıcak kanlı insanları ve temiz havasıyla tam bir tatil kenti olmuş Erikli. 6-7 bin tane ev, otel ve pansiyon, restaurant ve eğlence yerleriyle TRAKYA'nın Saroz Körfezinde gözbebeği. Bu sene sokak köpeklerinin ve sineklerin azaldığını görüyoruz. Çöpler muntazam toplanıyor. Yollar sakinlerin ve kooperatifin ortak katılımıyla yapılıyor. Kanalizasyon, arıtma tesisi ile halledilmiş gibi, biraz kokusu olsa da. Su konusunda biraz sıkıntı var. Pek temiz değil kalabalık olduğunda az akıyor. Erikli'de saydığım bu hizmetlerin çoğu Erikli Sahili Turizm Geliştirme Koop. tarafından yapılıyor. Küçük bir belediye gibi. Binlerce üyesi olmasına rağmen temmuzda yapılan genel kurulu 100'ü biraz aşkın kişiyle yapılmış. Ben de dahil, ilgilenen az. 
                    
                Eriklinin sakinleri Keşanlı, Uzunköprülü, Edirneli, Malkaralı, Kırklarelili, İstanbullu, Ankaralı, Almanyalı ve çok değişik yörelerden gelen ailelerden oluşuyor. Erikli'nin nüfusunun yazın günü birlik gelenlerle beraber 30 bini geçtiği söyleniyor. Burası Keşan'ın mücevir alanı içerisinde hizmetlerin bir kısmı belediye tarafından gerçekleştiriliyor. Emlak ve Çevre Temizlik vergisi, ilaçlama bedeli, inşaat ve iskan ruhsat harçları belediye tarafından alınıyor. Buna karşılık kooperatifte yıllık aidat, su parası, atık parası dışında yeni üye olanlardan su ve kanalizasyon katılım bedeli alınmaktadır. Bu bedeller yüksek oranlara ulaşmaktadır. Karınca kararınca hizmetler yapılmaya çalışılıyor ancak bu iş artık amatörce devam ettirilemeyecek kadar büyüdü. 

               Bazı aksaklıklar 18 senedir yazları geçirdiğim Eriklide birkaç senedir gözüme çarpıyor. Bunlardan bir tanesi yollarda gelişi güzel tümsek (göbek) yapılması. Standardı olmayan bu tümsekler arabaların canlarını okuyor. Yazık değil mi? Bu milli servetimize zarar vermiyor mu? İkinci bir sorun sandallar, motorlu kayıklar; gelişigüzel her tarafta var. Denizin içinde, dışında, kumsalda, plajda, karada. Hiç mi buna çeki düzen verecek bir makam yok? Bir diğer sorun; deniz boyuna bir kaç cankurtaran kulübesi diktiler. Ancak bir işe yaradı mı ? Hayır. Çünkü cankurtaran personeli yok. Kulübe öyle günü birlik gelenlere ve gece bazı kişilere çadır görevi görüyor. 

              Sonuç olarak bu sorunların halledilmesi için yalnızca Keşan Belediyesinin buraya el atması yetmez. Yukarıdaki sorun diye söylediklerim rutin günlük sorunlar. Birkaç idari emirle çözümlenecek işler. Aslında Erikli'nin yılların getirdiği kronikleşmiş sorunları var. İmar sorunu, tapu sorunu ve ormandan açılan arsalar sorunu gibi. Mahkeme kararları var. Buraya acilen bir master plan yapılmalı ve burası yeniden düzenlenip örgütlenmeli. Günübirlik çözümlerle bu iş yürümez. Aksine daha da tıkanır. 

Hür Gazete 27.08.2010

İHTİRAS TRENİ YOLCUSU

           






          Yazı yazmak kolay gibi görünse de, öyle olmadığını yazı yazmak için masaya oturduğunuzda anlıyorsunuz. İstediğiniz her konuda yazabilirsiniz. Tabii ki dağarcığınızda ne varsa onu yazarsınız. Aklınız ve beyninizin süzgecinden geçirip, yazdıklarınız artık sizin üretiminiz, eseriniz olur. Bunun için yaşadığımız bölgeye ve döneme iz bırakmak anlamında yazmayı istediğim konuların başında her zaman yaşadığımız çevrenin sorunları ve insanların yaşama dair bakışları gelir. 
Uzunköprü, bu açıdan bakıldığında derdi çok olan bir yerleşim alanıdır. Bu sorunların yalnızca başlıklarını yazsak, bu sayfa dolar da taşar. Hangi birini sıralasak? Önce ERGENE (nehri ve ovasının) kirliliği, keşmekeş olan trafik (buna bağlı olarak otopark, seyyar satıcıları, at arabaları) sorunu, yeşil alan, park, meydan, pazar yeri, otogar ve imar sorunu. En tehlikelisi de işsizlik sorunudur. Bu konuları, sorunları çözecek olan tabii ki başta merkezi iktidar  ve onun yardımıyla yerel yönetimdir. İşte bu idarecilerimiz siyaset yapan insanlar olacaktır. 
              
           Düğüm geliyor insana dayanıyor. Düğümü insanlar çözecek. Siyaset adamları bunun için var. Eğer her şey rutin olsaydı, kendiliğinden çözülseydi, hiç insan aramaya gerek kalmaz kura çekerek her hangi bir kişiyi o makamlara oturturduk. Siyaset ve siyasetçiye olumsuz da baksak, sonunda toplumu idare edecek insanlara ihtiyacımız var. Onları yok sayamayız. İşte burada sistemi sorgulamamız gerekir. Niye nitelikli İnsanların çoğu siyasetten uzak duruyor? En tepedeki siyasetçilerimizin bile, birbirlerine karşı nasıl kırıcı olduklarını görüyoruz. Hızla siyaset dünyasının kendisine çeki düzen vermesi gerekmez mi? Elbette siyasilerin üsluplarının nezaket kuralları içerisinde olmaları gerekir. Geçen gün Sayın Berhan Şimşek sanatçı olmanın duyarlılığıyla şöyle diyordu, "ihtiras trenine binip de, ineni hiç görmedim." Bu söz üzerine uzun yıllar içinde olduğum, yöneticiliğini yaptığım CHP'si de dahil olmak üzere tüm partilerde bu trene binenleri, ihtiraslarına esir düşenleri, kurban olanları, ihtiras ateşiyle yananları şöyle göz önüne getirdim. Sonra şöyle bir kanıya vardım.
-"Değmez."
         
          Bu kadar hırsa değmez. Bir ikbal uğruna insanları kandırmanın, onları birbiriyle çarpıştırmanın, onların üzerinden şahsi menfaatlerini toplumun menfaati gibi göstermenin, başta o gibi politikacılar olmak üzere kimseye yararı yoktur. Bence, "beylik çeşmesinden geçte, suyunu içme" diyen atalarımızı dinlemek gerek. Görevi bıraktığınızda da insanlara bakacak yüzünüz olmalı. Onu için "İhtiras Treni" yolculuğu çok uzun olmamalı. Bu durum, hem siyasetçinin kendi sağlığı, hem de toplumun sağlığı açısından önemlidir. 


Hür Gazete 04.08.2011

NEREDE O ESKİ GÜNLER

           
           Keşan Atatürk Ortaokulu İngilizce öğretmeni olarak
           öğrencilerimle beraber. (Çanakkale Abideleri-1981)





   

BUGÜN PAZAR

           

                                   Ördekli Göl- UZUNKÖPRÜ







       Bugün pazar, Mayısın otuzu. Beş ayı da geride bırakmışız. 2010 yılını da neredeyse yarıladık. Günler, tespih tanesi gibi arka arkaya akıp gidiyor. Ömür işte böyle bir şey. İnsanoğlunun ömrü sınırlı. Evren'in yaşının yanında nedir ki? Hele zamanımızda normal ömrünü tamamlayan insan sayısının her geçen gün azaldığını, etrafımızdaki birçok insanın bir hastalığa yakalandığını görmekte iken. Evren de bir katreyiz. Ama yine de bir varlığız. Hele bir kişinin bile insanlığın yaşamını ne kadar değiştirdiğini düşünürsek. Edison, Einstein, Bill Gates, Atatürk gibi insanların insanlığa, tarihi değiştirecek kadar büyük katkılarını inkar edebilir miyiz? İşte ömrü sınırlı da olsa insanoğlu, isterse çok şeyi başarabilir. Yeter ki kendine bir misyon çizsin, istesin. Günümüzde de insanların yaşamını kolaylaştırmak, üretimde bulunmak, buradan herkesin yararına bir şeyler çıkarmak gibi herkese düşen bir misyon olmalı. Bana göre; bakkalın da, öğretmenin de, işçinin de, çiftçinin de, siyasetçinin de bir misyonu vardır. 

      Burada siyasetçinin misyonundan, ülküsünden bahsetmek istiyorum. Siyaset sözcüğü, günümüzde her ne kadar olumsuz bir çağrışım yapsa da, aslında topluma hizmette en ön sırada yer alması gereken bir görevdir. Ama gel gör ki, öyle mi oluyor? Herkesi aynı kefeye koymak istemem ama kesinlikle öyle olmuyor. Yalnızca kendi çıkarını düşünerek politika yapan, çıktığı mevkiyi kendine hak görerek oradan gitmek istemeyen, halka tepeden bakan yok mu? Kesinlikle var. Hem de pek çok. Ancak insanlığın gelişimi bir yerde kötü politikacıyı tarihin kirli sayfalarına hapsedecektir. Siyasetçinin amacı ülkeye hizmet olmalıdır, bir kaç kişiye değil. "Ne oldum" havasına girmek sonunda siyasetçinin ne kendisine ne de halka hayır getirir. Tavsiyem iyi insanların, halkı düşünenlerin politikaya girmesidir. Ülkemizde siyasetin önünün açılması için, yalnızca iyi niyetlerin yetmeyeceğini, bu konunun kurallarının, yasalarının değişmesi gerektiğini de artık herkes kabul etmektedir. Öncelikle, ülkemizde siyasi partiler yasasının ve seçim yasasının demokratikleşmesi ve örgütlenme hakkının yaygınlaşması gerekmektedir. Bunun gerçekleşmesi yalnızca özgürlüğü getirmeyecek, bununla birlikte üretimi ve refahı da getirecektir.



Hür Gazete 04.08.2011

EGOİZM

         











             










             İnsanlardaki ego duygusu günlük yaşamımızda her gün karşımıza çıkıyor. Kadın, erkek fark etmiyor. Egomuzu kırsak, belki yaşam daha güzel olacak? Ancak bunu yeğlemiyoruz. Benmerkezci bir içgüdü bizi esir alıyor. Toplumun her katmanından, her meslekten insanların esir olduğu bu egoizm, daha fazla eğitimle ya da terbiyeyle dizginlenir mi? Sanmıyorum. Eğitimli insanlar da bu duygunun esiri. Neredeyse bu duygu insanın efendisi. Dini açıdan da nefsi terbiye diye özetlenebilecek bazı kurallarla bu konu düzenlenmeye çalışılıyor. Ancak fayda veriyor mu? Tartışmaya açık. 

         Egoizmin en tepede olduğu bir uğraş alanı olarak da politika öne çıkıyor. "Küçük dağları ben yarattım" ya da "analar ne cevherler doğuruyor" diyerek siyaset alanında böbürlenenlerin her geçen gün artmakta olduğunu görüyoruz. Bu davranışları da "siyaset, iddia işidir" ya da "hedef, büyük olmalıdır" gibi savlarla savunuyorlar. Halkımız arasında bu gibi kişilere, "kibirli"  ya da "burnu büyük", denir. Tevazu her şeyin başında gelmelidir. Böyle kişileri gördükçe aklıma kurbağanın öküze özendiği hikaye gelir. Kurbağa bir gün öküzün o iri gövdesine özenir. Onun gibi olmak için kendisini şişirdikçe şişirir ve sonunda patlar. Etrafımızda öyle kişileri görsek dahi, sonlarının kurbağaya benzememesini dileriz. Kendini şişirmek ya da etrafındakilere şişirtmek, bir insanın kendisine yapabileceği en büyük kötülüktür. 

      Tevazuyu elden bırakmadan alçak gönüllülükle insanlara hizmet etmek, insanlığa faydalı olmak her zaman tercih edilecek bir yol olmalıdır.



Hür Gazete 04.08.2011