26 Aralık 2020 Cumartesi

2020 YILINA VEDA EDERKEN

 

                                                2021 yılınız kutlu olsun.                                             

                                     

          Yıllar gelip, geçiyor. Son aylarda ise günler, neredeyse tespih taneleri gibi birbirinin aynı. Geçen yılın başlarında dünyayı, iki ay sonra da Türkiye’yi saran ve sarsan Coronavırus (Covit-19) salgını şimdiye dek alışılagelmiş her şeyi değiştirdi. En başta, insanlar birbirinden kaçar hale geldi. 2020’nin Türkiye’sinde kırk yıllık komşularımız ve arkadaşlarımız ile karşıdan selamlaşıyor, alışverişlerimizi internetten yapıyor, yemekleri paket servis olarak sipariş ediyoruz. Okullar kapalı, öğrenciler eğitimlerini uzaktan görüyorlar. Miting, gösteri, kutlama ve bayramlar iptal ediliyor. Hastaneler dolu. Tatil günleri ve akşamları evdeyiz. Kahveler kapalı. 18 yaş altı ve 65 yaş üstü yurttaşlarımız ise sanki korunmaya muhtaç insanlar gibi dışarı çıkmaları günde 3 saat ile sınırlandırılıyor.

         2020 yılına girerken insanların beklentileri büyüktü. Barış içinde bir dünya ve daha yaşanılır, müreffeh bir Türkiye diliyorduk.  Öyle mi oldu? Ne yazık ki öyle olmadı. Salgın ile birlikte her şey ters yüz oldu. Ülkemizde, kapatılan işyerlerini, kapanan fabrikaları, işten çıkarılan işçileri, iş bulamayan gençleri, boşta kalan esnafları gördük. Kısmen devlet desteği yapılsa da, yeterli olmadı. Bir de üstelik hayat pahalılığı, enflasyon, döviz fiyatları, faizler her geçen gün arttı. Bir yandan ekonomik sıkıntılar, bir yandan salgın insanları umutsuzluğa sevk etti.

          2021’de bu sıkıntıların bitmesini istemeyen yoktur. Ancak ülkemizdeki sıkıntıların hemen biteceğini söylemekte gerçekçi olmaz. Bir süre böyle gitse de sonunda bir çıkış yolu bulunmalı, siyaset çözüm üretmelidir. Burada görev yöneticilere yani siyaset adamlarına düşüyor. Özellikle devletin her yurttaşa elini uzatmak, eşit şartlar sunmak gibi görevleri vardır. Sosyal adalet, eşitlik bunun için önemlidir. Anayasamızın 2. maddesinde şöyle yazar; devletimiz, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Anayasa Mahkemesinin bir kararında da; “sosyal hukuk devleti, güçsüzleri, güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği yani sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlet demektir”, der. Zaten toplumsal barış ve huzur için insanların karnı tok, sırtı pek olmalıdır.

           Cumhuriyet ve demokrasi bunun için insanlığın bulduğu en iyi yönetim biçimidir. Devlet, hükümeti de içine alan dev bir organizasyondur. Görevi millete hizmet etmektir. Bizim devlet yapımızda ayrıcalıklı bir zümre yoktur. Tüm yurttaşlarımız kanun önünde eşittir. Onun için herkese eşit hizmet verilmesi gerekir. Sosyal devlet, aynı zamanda hukuk devletidir. Adaletli bir düzeni kurmak sosyal devletin temel görevidir. Türk Milleti asırlardır her zorluğu yenerek ayakta kalmış, varlığını devam ettirmiş necip bir millettir. Bu zorlukları da aşacak ve Ata’mızın dediği gibi, “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”

         2021 yılına girerken aşının bir an önce tatbik edilip, insanlığı sağlığa, dirliğe kavuşturmasını dilerim. Tüm yurttaşlarımıza mutlu yıllar.

 


orhankalyoncu.blogspot.com.tr          25.12.2020

 

 

               



17 Aralık 2020 Perşembe

BİR POLİTİKACININ PORTRESİ

 


                              


                                       JOSEPHE FOUCHE (1759-1820)


 

                                                    

             Fransız İhtilali, dünya ve insanlık tarihi açısından çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte, Yeniçağ bitmiş, Yakınçağ başlamıştır. 14 Temmuz 1789 tarihinde isyancıların Bastil Hapishanesini basmasıyla başlayan Fransız İhtilali,1791 yılına gelindiğinde yeni bir boyut kazanmış, bir kurucu meclis toplanarak “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ni” yayınlamıştır. Ardından da ulusal egemenliğe dayanan bir anayasa hazırlayarak monarşinin yetkilerini sınırlandırmış, insan hakları, eşitlik, adalet, milliyetçilik, özgürlük, laiklik, demokrasi, gibi kavramlar sosyal yaşamda kullanılmaya başlanmıştır. Milliyetçilik akımının ortaya çıkmasıyla birlikte, ulus devletler ortaya çıkmış, Fransa’da krallık rejimi yıkılarak cumhuriyet rejimi kurulmuştur.  

           Fransa’da bu tarihi olaylar olurken, kahramanımız Josephe Fouché (1759-1820), bu döneme damgasını vuran politikacılardan biri olmuştur. Ünlü Avusturyalı yazar Stefan Zweig (1881-1942) 1929’da yazdığı “Bir Politikacının Portresi”, adlı kitabında Fouché’nin (Fuşe okunur) hayatını anlatır. 200 yıl sonra bugün bile ders alınacak bir hayattır bu. Papaz okullarında yetişen, 10 yıl kadar din okullarında öğretmenlik yapan Fouché, Nantes'taki Jakoben kulübü üyesi olarak 1792'de milletvekili seçilmiş, başlangıçta devrimcilerle birlikte hareket ederek kralcılara karşı mücadelede ön saflarda yer almıştır.1799’da Napolyon Bonapart (1769-1821) iş başına gelince, bu kez onunla birlikte hareket etmiş, Napolyon'un iktidardan düşmesinden sonra tekrar kralcılara yanaşarak Kral 18. Louis’nin tahta geçmesinde önemli rol oynamıştır. Ancak buna rağmen sürgünden kurtulamamış, rüşvet zengini olarak 1820 yılında sürgünde ölmüştür.

          Fransa’da büyük Fransız İhtilalinin başlangıcından (1793), Napolyon Bonapart döneminin sonuna kadarki (1815) yılların kudretli siyasetçisi Joseph Fouché hakkında Napolyon, “yaşamım boyunca tanıdığım en kusursuz aşağılık dönek”, demiştir. Kitabın yazarı Stefan Zweig, Fouché için “ihanet edecek kimseyi bulamayınca, kendi kendine ihanet eder”,der ve ilave eder, “iktidardaki insanı en çok yıpratan, arzu ve isteklerinin aralıksız yerine gelmesidir.” “Sürüp giden bolluk ve zenginlik, gevşeme getirir ve sürüp giden alkışlar kişiyi körletir.” Kitabın tanıtımında da şu ifadeleri görürüz; "Zweig bu yapıtıyla, kendilerini bütünüyle siyasete adayanların, sonunda geleneksel ahlak ve insan değerlerinden ne denli uzaklaştıklarının, erdem kavramından nasıl yoksun kaldıklarının somut bir belgesini sunar." İnsanlık; başarı için her şeyi mübah gören, siyaseti zenginleşme aracı olarak kullanan, dönek ve her devrin adamı bu tip politikacıları tarihin karanlık sayfalarına kayıt etmiştir.

           Son söz: “Bir ulus ne kadar okuma-yazma, öğrenme, araştırma eğiliminde ise, o kadar sağlam ve demokrat yapıda olur.” Uğur Mumcu

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr              17.12.2020

 




9 Aralık 2020 Çarşamba

KILIÇDAROĞLU CUMHURBAŞKANI ADAYI OLMALI MI


                                 
                             CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu

                                         

       “Kılıçdaroğlu cumhurbaşkanı adayı olmalı mı?” Son günlerde kamuoyunda tartışılan bu sorunun yanıtını, herkes kendi görüşüne göre değişik verebilir. Bana göre, “evet, olmalıdır." Haziran 2023’te yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde iktidar partisinin adayı belli olduğu için tabiatıyla muhalefetin adayı merak ediliyor. Adı geçenlerin arasına daha önce yapılan 2014 ve 2018 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmayan CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da katıldı. CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 7 Aralık 2020 pazartesi günü TBMM'deki bütçe görüşmelerinde, 10 yıllık genel başkanlığı döneminin en parlak konuşmasını yaparken, konuşmasının sonunda, cumhurbaşkanı adayı olabileceğinin işaretini verdi.  Aslında Muharrem İnce daha önceki konuşmalarında haklı olarak, “cumhurbaşkanı adayı, o siyasi partinin genel başkanı olmalı”, diyordu. Parti kurma hazırlıkları yapan ama henüz CHP’den ayrılmamış olan Muharrem İnce 8 Aralık 2020 tarihinde bir gazeteye de şu demeci verdi, “doğrusu, Kılıçdaroğlu’nun aday olmasıdır. Partide kalırsam onu desteklerim.”

         Artık Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine göre tüm yetkiler cumhurbaşkanında toplandığına göre, tekrar çoğulcu parlamenter sisteme geçmek için iktidar olmak isteyen bir partinin liderinin, aday olmasından daha doğal bir şey olamaz. Parti liderlerinin cumhurbaşkanı adayı olmaması savının geçerliliği de yoktur. Çünkü daha önce parlamenter sistemde de Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi siyasi parti genel başkanları cumhurbaşkanı oldu.  Seçimlerde, oyların yüzde elli artı birini almak için ittifakların kurulduğu yeni sistemde; Millet İttifakının lokomotifi olan, iktidar alternatifi olduğunu iddia eden, her dört seçmenden birinin oyunu alan, Türkiye'nin ikinci büyük ve en köklü partisinin genel başkanının, aday olması siyasetin gereğidir. Eğer, 18 yıldır Türkiye Büyük Millet Meclisinde bulunan, 10 yıldır CHP genel başkanlığı yapan, daha önce hesap uzmanlığı ve genel müdürlük yapmış Kemal Kılıçdaroğlu, tüm yetkilerin toplandığı mevcut cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde cumhurbaşkanlığına aday olamayacaksa, o zaman genel başkanlık koltuğunu bırakmalı, oraya oturan kişi, aday olmalıdır. Parlamenter sistemde de, seçimi kazanan partinin genel başkanı, icraatın başına geçip, başbakan olmuyor mu?

          Ayrıca Kılıçdaroğlu’nun genel merkezin, parti meclisinin, milletvekillerinin, kurultay delegelerinin ve il- ilçe örgütlerinin tam desteğine sahip olması, adaylıkta çok büyük bir avantajdır. Başka bir aday için bu destek ne kadar söz konusu olabilir? CHP'de adaylık için İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş'ın da adları geçiyor. Ancak cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinin Haziran 2023'ten daha önce olacağı tahmin ediliyor. Ondan dolayı adı geçen belediye başkanlarının sorumluluk aldıkları 5 yıllık sürenin dolmasına kadar görevlerini yapmaları daha doğru olacaktır. Siyasette, 24 saat bile çok uzun zamandır", demişti, sayın Demirel. Seçim sürecine girildiği zaman bu konu tekrar enine boyuna tartışılacaktır. Ancak şu an rüzgarın muhalefetten yana estiğini söyleyebiliriz.

 



orhankalyoncu.blogspot.com.tr          9.12.2020

 

 

 

          

4 Aralık 2020 Cuma

DİKKAT! DİKKAT!

                                             Fotoğraf: ALİ ÇITAK

 

                                                             

            İlgililer, son günlerde ülkemizde tırmanışa geçen Coronavirus (Covit-19) salgını nedeniyle yurttaşlarımızı televizyon, sosyal medya, yazılı basın ve belediye hoparlörü kanalıyla tedbirli olmaları konusunda devamlı uyarıyorlar. Bir yurttaş olarak bize düşen görev de bu hayati uyarılara sadece yaptırım korkusuyla değil, kendimizin ve toplumun sağlığını korumak adına uymaktır. Bu hastalıkla mücadelede tüm yükü hayatı pahasına, canla başla, fedakarca çalışan doktor ve sağlık çalışanlarının üzerine bırakamayız. Hastalığa yakalanmamaya çalışmak, yakalandıktan sonra tedavi için uğraşmaktan çok daha kolay. Onun için önce tedbir.

        Tüm ülkeler, 2019 yılının Aralık ayında ilk olarak Çin'in Wuhan kentinde görülen Coronavirus (Covit-19) salgını ile mücadele ediyor. Dünyayı kasıp kavuran bu salgın hastalıktan dolayı (6 Aralık 2020 tarihi itibarıyla) ülkemizdeki can kaybı 14,705, dünyada ise 1,53 milyon olmuştur. Hastalığın başlangıcında İngiltere, Amerika, Brezilya gibi bazı ülkelerin salgını ciddiye almamalarının sonucunda o ülkelerdeki can kayıplarının çok arttığı görüldü. Sonra, her ülke kendine göre tedbir almaya çalışarak, artışı belli bir oranda durdurmayı başardı. Ancak ekonomik sebeplerle yaz aylarına girerken tedbirler gevşetilince tekrar vaka ve can kayıpları artmaya başladı. Bazı otoriterlerce, virüsün yaz sıcaklarında bulaşma gücünün azalacağı, gençlerde ve çocuklarda ise pek ölümcül olmayacağı savı ileri sürüldüyse de, bunların pek geçerli olmadığı ortaya çıktı.

           Sonbahar aylarından sonra kışa girerken geldiğimiz noktada; ülkemizde artık çemberin daraldığını virüsün girmediği ilin, ilçenin, köyün, sokağın neredeyse kalmadığını görüyoruz. Hastanelerde yoğun bakım ünitelerinde yatak sıkıntısı olduğunu, tanı konulsa bile bazı hastaların evlere gönderildiğini duyuyoruz. Çevremizden çok iyi tanıdığımız insanlar hayatını kaybetti. Konu, komşumuz tedavi altında. Son olarak 30 Kasım akşamı ülkemizde yeni tedbirler açıklandı. Hafta sonu tam ve hafta içi de gece sokağa çıkma kısıtlaması getirildi. Buna ilaveten bazı esnafların hizmet vermesi kısıtlandı ya da tümden dükkanları kapatıldı. Sorumlu yurttaşlar olarak biz de “bize bir şey olmaz”, demeden maske, mesafe, temizlik kurallarına titizlikle uymalı, gerekmedikçe dışarıya çıkmaktan, kalabalık ortamlara girmekten, ziyaretçi kabul etmekten, ziyaret yapmaktan kaçınmalıyız. Evlerimizi sık sık havalandırmayı, beslenmemize dikkat ederek bağışıklık sistemimizi arttırmayı da unutmamamız gerekir.

         Pandemi (salgın hastalık) süreci, saydam ve her şey halkın bilgisine sunularak götürülürse, halkın bilinçlenmesi ve güveni o oranda yüksek olacaktır. Tedbirlere uyum da öyle. Aşı çalışmalarından sonuç alınana ve salgın önlenene kadar tedbiri elden bırakmayalım.

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr           06.12.2020

                            

27 Kasım 2020 Cuma

DEMOKRATİK TOPLUM


                               


Safranbolu

                                                                                                                                     


 


            Demokratik toplum, kurallı toplum demektir. Bu toplumlarda insanlar anayasa, yasa, yönetmelik ve etik kurallara uyarlar. Uymadıkları takdirde yaptırım ile karşılaşacaklarını bilirler. Hiç kimse “ben anayasayı tanımam,  yasalara uymam”, diyemez. Aksi halde, o toplumda kaos olur, yönetilemez    duruma gelir. Ticari faaliyette bulunurken de yasalara, yönetmeliklere uymak mecburiyeti vardır.

      22 Kasım 2020 tarihli Sözcü Gazetesinde bir haber; 10 Fırından Sadece 1’inin Ekmeği Tam Gramajda Çıktı. “İstanbul Valiliği koordinesinde Bağcılar’da 121 fırında gramaj-fiyat tarife denetimi yapıldı. Sadece 12 fırının standartlara uyduğu belirlenirken, 93 fırında azami ekmek fiyat tarifesine göre 1,5 lira olması gereken 200 gram ekmeğin daha yüksek fiyatla satıldığı tespit edildi. Fiyat-gramaj tarifesine uymayan her işletmeye asgari 10 bin TL ceza kesildi.” Haberin sonunda şu satırları okuyoruz." Valilik, İstanbul genelindeki 2579 fırının tamamının denetleneceğini belirterek, “fırıncı esnafımıza çağrımız; ekmeğiniz ve vatandaşın ekmeği ile oynamayın”, uyarısı yaptı.”

        İstanbul Valiliğinin başkanlığında ilgili birimler ile beraber yaptığı denetimin sonucunu yukarıdaki satırlarda okuduk. Fırınların %10’u ancak standartlara ve yasalara uymuş. Diğerleri uymamış. Burada yasa dışı haksız bir kazanç var. Sorulması gereken soru şudur; fırıncıların toplu bir şekilde, belirli bir süre halktan fazla para almasına niye müsamaha gösterildi? Edirne ilinde de aynı zam belli bir süre kural dışı olarak uygulandı. Ancak denetim ve yaptırımlar konusunda bir açıklama yapılmadı.

      25 Kasım 2020 tarihli Sözcü Gazetesinde başka bir haber; "Bakanlığı Dinleyen Özel Hastane Yok.” Sağlık Bakanlığı özel hastanelerde yapılacak korona testlerinin fiyatını 250 TL olarak belirledi. Ancak İstanbul’da testleri halen 400 ile 600 TL’ye yapan özel hastaneler var.” Corona (Covit 19) Virüs hastalığı ile tüm dünya ülkeleri uğraşıyor. Aşı ve ilaç çalışmaları sürüyor. Ancak şu anda belirli bir süreye daha ihtiyaç olduğu görülüyor. Aşı ne zaman gelir? Ne kadar etkili olur? Dünya bu dertten ne zaman kurtulur? Bu soruların yanıtları zaman içinde belli olacak. Ülkemizde de neredeyse hastalık zirve yaptı. Her gün ölüm ilanları ile sevdiklerimizin aramızdan ayrıldığını öğreniyoruz. Bu hastalıkta, hem salgının yayılmaması hem de erken tedavi için PCR testinin yapılması hayati önem taşıyor. Her kesimin fedakarlık yaptığı bir süreçte özel hastanelerin bakanlığın genelgesine uymayarak bu test için vatandaştan ekstra para istemesi ne kadar yasalara uyuyor?

      Yazımın başında da yazdığım gibi demokratik toplum yasalara uyan, kuralları içselleştiren toplumdur. Demokrasi, katiyen başıboşluk, isteyenin istediğini yaptığı bir rejim değildir. Bunu da denetleyecek olan devletin kurumlarıdır.

 

  

orhankalyoncu.blogspot.com.tr                            27.11.2020

   






17 Kasım 2020 Salı

SORUMLUSU VATANDAŞ DEĞİL


 

                                      

         Ülkemizde yapılan son cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerin üzerinden 29 aya yakın bir zaman geçti. Normal seçimlerin yapılacağı Haziran 2023 tarihine yaklaşık 31 ay daha var. Ancak “erken seçim”, sözü de bir türlü gündemden düşmüyor. Son aylarda yapılan seçim anketleri ardı ardına yayınlanıyor. Avrasya araştırma kuruluşu,  2020 yılının Ekim ayında yapılan ve yayınlanan yedi ayrı seçim anketinin ortalamasını açıklamış. Buna göre, bugün seçim olsa kararsızlar dağıtılmadan önce siyasi partilerin alacakları oy oranları şöyle: AKP %30,74, CHP %20,08, İYİP %9,87, HDP %9,02, MHP %7,67, DEVA %1,81, GELECEK %1,15, SAADET %0,8, DİĞER, %0,6, KARARSIZLAR %18,18. Kararsızlar dağıtılınca oy oranları ise şöyle: AKP %37,5, CHP %24,54, İYİP %12.06, HDP %11,02, MHP %9,37, DEVA %2,21 GELECEKP %1,4, SAADET %1

        Bu tabloyu nasıl yorumlamak gerekir? Çeşitli nedenlerle sandığa gitmeyerek oy vermeyecek ya da şu an beğendiği bir partisi olmayan kararsızlar bu oy oranıyla bir siyasi parti olsalar Türkiye’nin 3. partisi durumundadır. Bu anketler sonucunda kararsızlar dağıtıldığında AKP iktidarının ve onu destekleyen MHP’nin (Cumhur İttifakı) oylarının fazla düşmediğini, muhalefet partilerinin de (Millet İttifakı) yeteri kadar güçlenmediğini görmekteyiz. Ekonomik, siyasi ve sosyal problemlerin arttığı bir dönemde muhalefetin güç kazanamaması, sorgulanması gereken bir olgu.

       11 Kasım 2020 Çarşamba günü CHP Ekonomi Masa’sının toplantısında konuşan genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu, bir gazeteci tarafından kendisine sorulan,“ partinizin oyu beklediğiniz oranda artıyor mu”, sorusuna şöyle yanıt vermiş. Hayır. Artmalı mı, artmalı. Oyumuz beklediğimiz ölçüde artmıyorsa sorumlusu kim, sorumlusu biziz, vatandaş değil.” Yine devamla, vatandaşa güven vermek lazım, güveni çalışarak vereceğiz.” “Ama şunu ifade edeyim ki son 10 yılda en büyük değişimi yaşayan parti CHP’dir.”

        Bu konuşmada tam anlamıyla bir özeleştiri var mı? Genel başkan, “sorumlusu biziz, vatandaş değil”, diyor ama partinin oylarının artmamasının temel nedenlerine fazla değinmiyor. 12 Ekim 2020 tarihli Sözcü gazetesinde CHP’de önemli görevlerde bulunmuş bir ismin CHP’nin örgütleri ile ilgili bir konuşması bu nedenlerden biri olabilir mi? Diyor ki; “bizim başkanlar da, teşkilatlar da sadece kendilerine çalışıyor. Bir arkadaşımdan rica ettim. Oturduk telefonun başına, arkadaşım denemek için sırayla Ankara/Çankaya, İzmir/Konak ve İstanbul/Kadıköy ilçe teşkilatını arayıp “ partiye üye olmak istiyorum”, dedi. Üç ilçede de kapı duvar. Bir tane “buyurun, bekliyoruz”, diyen çıkmadı. Devamında AK Partinin çok güçlü olduğu bir ilçeyi aradı. Karşısındaki gereken belgeleri anlatıp sonraki gün için partiye davet etti. Telefondaki kadın, kapatmadan önce bir de not iletti. İlçe başkanımız, vaktiniz olursa bir beş dakika sizinle kahve içmek ister.”

       Üye kayıt işlemi son derece kolay bir işlemdir. Bununla birlikte CHP’de genel merkezin ve örgütlerin yapacağı birçok önemli çalışmalar daha vardır. Onlar da oyların artmamasının nedenleri arasında olabilir mi? Mesela; açılmayan parti binaları, blok listeler yüzünden tüm üyeleri kucaklamayan yönetimler, yapılmayan danışma ve seçim değerlendirme toplantıları. Mesela; tek adaylı kongreler. Mesela; ilçe örgütlerine verilen yetkiyle eş, dost, arkadaş çevresinden atanan belediye ve il genel meclis üyelikleri. Mesela; yapılmayan milletvekili ve belediye başkanlık önseçimleri. Parti, son on yılda çok değişti çok. Genel başkanın söylediği gibi, “partinin oyları artmıyorsa, sorumlusu vatandaş değil.


 orhankalyoncu.blogspot.com.tr   17.11.2020

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

                           

9 Kasım 2020 Pazartesi

EKMEK YEMEK

 

                                                                 

          “Ekmek yemek” deyimi; bir yerden geçimini temin etmek anlamına geldiği gibi yemek yemek anlamına da gelir. Eskiden büyüklerimiz, “ekmek ister misin”, diye sorduğunda, onların, "yemek yemekten", bahsettiğini anlardık. Ekmek her zaman sofralarımızın değişmezi olmuştur. Kuru ekmekler bile çeşitli şekillerde tüketilir, kırıntısı dahi ziyan edilmez. Türk milletinin geleneklerinde, ekmek adeta kutsal bir değer taşır. Nimet sayılır. “Ekmek çarpsın”, diye üstüne yemin edildiğini duyarız. Yolda bulsak öper, kenara koyarız.

        Türk Edebiyatının önde gelen yazarlarından Oktay Akbal (1923-2015) 2. Dünya Savaşında bir lise öğrencisiyken yazdığı Önce Ekmekler Bozuldu adlı ilk öyküsüne şöyle başlar; “önce ekmekler bozuldu, sonra her şey… Çünkü yeryüzünde savaş vardı. Türkiye 2. Dünya Savaşı’na (1939-1945) girmemişti ancak halk çok zorluk çekmişti. O yıllar kıtlık yıllarıydı. Ekmek vesikaya bağlanmıştı. O yılları yaşayanlar at pisliğinden arpa ayıklayıp ekmek yaptıklarını anlatırlardı. 1946’da Türkiye çok partili sisteme geçtikten sonra bir gün seçim meydanında muhaliflerin çocuklara, cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye karşı, “sen bizi aç bıraktın”, diye bağırtması üzerine İnönü, tarihe geçen şu sözünü söylemişti; “ben sizi aç bıraktım ama babasız bırakmadım.”

       “Ekmek kavgası” her zaman vardı ve var olmaya devam edecek. 1789 Fransız Devriminden önce halk Avrupa da da yokluk çekiyordu. Halkın zor durumu Fransız Kraliçesi Marie Antoinet’e (1755-1793) anlatıldığında tarihe geçen şu sözü söylediği rivayet edilir; “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler.” Ancak tarihçiler Fransız Kraliçesi’ne mal edilen bu sözün çok daha önceleri söylendiğini, aristokrasinin duyarsızlığını ifade etmek için ona yakıştırıldığını ileri sürerler.

        Günümüzde de ekmek önemini koruyor. Çünkü halkın olmazsa olmaz temel ihtiyacı olan bir gıda maddesi. 2020 yılının Kasım ayına girerken geçen hafta Edirne ilinde (ilçeler dahil) bazı fırınların ekmek fiyatına % 35 zam yaparak 1,5 TL’dan sattıkları 210 gramlık ekmeği, 200 grama düşürdükleri ve 2.00 TL’dan sattıkları görüldü. Böylece Türkiye genelinde kilosu 8.00 TL olan ekmeği, Edirneliler 10.00 TL’dan almaya başladılar.  Yapılan bu zamma Edirne Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği karşı olduğunu açıklamış olmasına rağmen Edirne Fırıncılar Derneği bu zammı uygulamaya başladılar.

        Fırıncılar, girdi fiyatlarının arttığını söyleyerek %35 gibi resmi enflasyon oranının neredeyse 3 kat zammı kendiliğinden yapabiliyorlar. Ama unuttukları bir şey var. Halkın geliri bu miktarda artmıyor. Memur, emekli, işçi yıllık %10 civarında zam alabiliyorlar. Çiftçiler, hayvan yetiştiricileri, süt üreticileri genelde malını değerinde satamıyor, zarar ediyorlar. Esnaflar da, alınan tedbirlerden dolayı yeteri kadar iş yapamıyorlar. Corona (Covid 19) salgın hastalığının hızla yayıldığı, işsizliğin, pahalılığın, dövizin arttığı bir dönemde bu zammın ne kadar isabetli olduğuna halk karar verecektir. Acaba siyasetçilerin bu zam karşısında sadece “askıda ekmek” önerisinden başka söyleyecekleri bir şey yok mu?

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr   09.11.2020

 

31 Ekim 2020 Cumartesi

DÜNYA'NIN HALİ


 

 


          21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamlamamıza çok az bir süre kala dünyanın içinde bulunduğu durum pek iç açıcı değil. Tüm ülkeler, Corona (Covid-19) gibi küresel bir salgınla mücadele ederken, aşı ve ilaç araştırmalarının hız kazandığı bir süreçte hastalık ve can kayıpları her geçen gün artıyor. Görünen o ki; çözüm için belirsiz bir süre daha bekleyeceğiz.

          Onun dışında bizi de yakından etkileyen hayatın akışı içinde dış dünyada neler oluyor? Etrafımızda savaşlar ve krizler sürüyor. En son Azerbaycan, topraklarını işgal eden Ermenistan’dan Dağlık Karabağ Bölgesini geri almak için savaşıyor. Bu haklı davasında kardeş Azerbaycan devletinin yanında duruyoruz. Türkiye olarak Doğu Akdeniz’de doğal gaz ve enerji kaynakları için başta Yunanistan, Fransa olmak üzere bazı diğer ülkelerle mücadele ediyoruz. Akdeniz’de Mavi Vatan için Libya’da meşru hükümetin yanında tavır alıyoruz. Suriye’de barış sağlanmış değil. Bizim de müdahil olduğumuz henüz sonu belli olmayan bir süreç devam ediyor. Amerika Birleşik Devletlerinde tüm dünyayı ilgilendiren bir başkanlık seçimi var. Bir tarafta Cumhuriyetçi Parti’nin adayı başkan Donald Trump, diğer tarafta Demokrat Parti adayı Joe Biden. 

         İçeride neler oluyor, biraz anımsayalım; Küresel salgının önlenemeyen artışı devam ediyor. Döviz artışı tahminlerin üzerinde, faizler artıyor. Enflasyon, hayat pahalılığı ve işsizlik her geçen gün yükseliyor. İzmir ve çevresinde 6,9 şiddetinde büyük bir deprem oldu. Can kayıplarımız ve yaralılar var. Halkımız sabırla sorunlara çare bekliyor. Siyaset çözüm üretmeli, iktidar yapamıyorsa, muhalefet bir çıkış yolu olduğunu göstermelidir.

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr      31.10.2020

                

               

 

                   

                  

 

25 Ekim 2020 Pazar

YİYİN EFENDİLER YİYİN

 

                       

 

            70’lerin başında Uzunköprü Lise’sinde öğrenciydim. O zaman okullarda sık sık edebiyat, tiyatro, müzik etkinlikleri düzenlenirdi. Bir akşam okulda böyle bir etkinlik düzenlendi. Etkinlikteki diğer gösterileri tam anımsamıyorum. Ama çok iyi anımsadığım, hiç unutmadığım bir şiir vardı. Bu şiiri, İstanbul’dan yabancı bir kolejden naklen gelen (daha sonra üniversiteyi bitirdikten sonra genç yaşta aramızdan ayrılan) bir öğrenci arkadaşımız okudu. O şiirin bir kısmı şöyleydi;

          Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,

          Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

          Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak,

          Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!

          Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,

          Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak,

          Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,

          Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.

          Şiir okunurken şiirin, bir kısım okul yöneticileri tarafından hoşnutsuzlukla karşılandığını ve yarıda kesilmek istendiğini anımsıyorum.Türk Edebiyatında iz bırakan Han-ı Yağma adlı bu şiir, büyük Türk şairi Tevfik Fikret'e (1867-1914) aittir. 1908 yılında 2.Meşrutiyet’in ilanına kadar 2. Abdülhamit’i eleştiren şiirler yazan Tevfik Fikret, 1912’de meclisin kapatılması üzerine İttihat ve Terakki’ye muhalif şiirler yazmıştır. “Doksan Beşe Doğru”,  şiirini, bu şiir takip etmiştir.

         Şair, bir asır önce yazdığı bu şiirde, “yiyin efendiler yiyin”, derken acaba, “efendiler”, sözcüğü ile kimi kastediyor olabilir? Padişah ve iktidardakileri mi?İmtiyazlı bir kesimi mi? Üst düzey yöneticileri mi? Yoksa hepsini mi? Bir asır önce yazılan bu şiir bugün bile bazı gerçekleri dile getirmiyor mu?

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr                    25.10.2020

 

17 Ekim 2020 Cumartesi

İĞNELİ KOLTUK

 

Makam Koltuğu

                                      

                       

     Her zaman eleştiri almaya açık bazı koltuklar vardır. Toplumu idare edenlerin koltuklarıdır bunlar. Adeta iğneli koltuktur. O koltuklarda oturanlar, bu durumu bilerek oraya oturmuşlardır. Özellikle halkın oyuyla bir yere gelen seçilmişler, halkın gözünde bürokratlardan farklıdır. O yüzden halk onlara hesap sorabilmeyi, eleştirmeyi kendinde hak görür. Siyasetçiler de, bunu hoşgörüyle karşılamasını bilmelidir. Bu yönetici olmanın gereğidir. Bu yöneticilerin bir kısmı oturduğu koltuktan güç alır, bir kısmı da oturduğu koltuğa güç verir. Siyasetin amacı koltuğa oturmak değil, o koltuğun hakkını vermektir. Koltuktan güç almak için koltuğa oturulursa, kalktığınızda arkanızdan gelen hiç kimseyi bulamazsınız. Önemli olan makamdan indikten sonra da kişinin saygınlığını devam ettirmesi, değil midir?

         Kısacası koltuk sahipleri demokrat olmalı, eleştirilere kulak vermelidir. Öyle olması için de önce demokrasinin partilerde tam manasıyla uygulanması, üyelerin kendi temsilcilerini kendilerinin seçmeleri ve seçtiği yöneticileri denetlemesi gerekir. Her zaman demokratik, katılımcı, saydam, hesap verebilir, eşitlikçi, liyakata bağlı adil yönetimlerden bahsederiz ama uygulamada bunu pek göremeyiz. Ortak akla dayalıyız deriz ama kimseye danışmaya gerek görmeyiz. Bir yeri yönetmek orada sadece kendi hakimiyetini kurmak değildir. İyi bir yönetici, kadrosunu kurarken eşe, dosta, arkadaşa göre değil bilgiye, birikime, deneyime, ehliyete ve liyakata göre hareket eder.

        İktidarlar, daima muhalefet tarafından denetlenir ve eleştirilir. Eleştiri doğruyu bulmak için yapıldığında en az yapılan icraatlar kadar kıymetlidir. Ancak iktidarda olanlar eleştiriyi pek sevmez. İktidardan kastım yalnızca ülkeyi yöneten hükümet değil, onunla beraber bir siyasi parti, bir yerel yönetim ya da herhangi bir sivil toplum kuruluşu olabilir. İş başına gelen kendine özgüveni olmayan bazı yönetimlerin yaptıkları ilk iş, eleştirileri önlemeye çalışmaktır. Bu sindirme yöntemleri arasında bazen sopa bazen de havuç kullanılır. Eleştirilere fikirle yanıt verilemezse, bu kez eleştirenin kişiliği eleştirilir. Bu klasik bir taktiktir. İstenen uslu çocuk olmalarıdır. Bunun demokrasiyle ilgisi yoktur ama zaten demokrasi isteyen de yoktur.


 

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr       17.10.2020

 

                 

   

                  

 

                  

              


 

 


15 Ekim 2020 Perşembe

TARİHİN EN BÜYÜK İNSANLIK DRAMI

2. Dünya Savaşı (1939-1945)
             

                            

                       

          Yakın tarihin en büyük insanlık dramı 1939’da başlayıp, 1945’te sona eren İkinci Dünya Savaşında yaşanmış, bu savaş sona erdiğinde 60 ile 65 milyon arası insan ölmüştür. Bu karanlık sayfaları yazanların başında İtalya'da Mussolini, Faşizm, Almanya'da Hitler, Nazizm rejimleriyle ülkelerini baskı altına almışlar ve dünyayı felakete sürüklemişlerdir. Yahudileri ve muhalifleri toplama kamplarına göndererek katletmişlerdir. Primo Levi (1919-1987), Nazi Toplama Kamplarına gönderilen binlerce insandan biriydi. "Bunlar Da Mı İnsan", adlı kitabında bu toplama kamplarındaki akla hayale gelmeyen işkenceleri ve zulmü yazdı. 1919’da Torino’da dünyaya gelen kimya öğrenimi gören Primo Levi Yahudi cemaatine mensup bir İtalyan idi. İtalyan direnişçilerine katıldığı için13 Aralık 1943’te tutuklanmış, iki ay sonra da (1944) Polonya’daki Auschwitz Toplama Kampına gönderilmişti. Savaş sonunda, 27 Ocak 1945’te özgürlüğüne kavuştuğunda toplama kampına beraber gönderildiği 650 kişiden, sağ kurtulan 20 kişiden biriydi. 

            Tarihi sorumlulukla, insanlığın bu utanç günlerinin unutulmaması, gelecek kuşaklara aktarılması ve bir daha yaşanmaması için hemen Aralık 1945-Ocak 1947 tarihleri arasında başından geçenleri tuttuğu günlük notlara bakarak satırlara döktü. Yazdığı kitap 6 dile çevrildi. Primo Levi, Türkiye’de ilk baskısı1996’da yapılan ve Türkçe’ye Zeyyat Selimoğlu’nun çevirdiği kitabıyla ilgili sorulan sorulara, yaşadığı tecrübenin ışığında, verdiği yanıtlarda (sayfa 215-216) otoriter yönetimlerin karakteristik özelliklerini şöyle anlatıyor: “Otoriter bir devlette durum böyle değildir. Gerçek tektir, yukarıdan belirlenmiştir; gazetelerin hepsi aynıdır. Hepsi bir tek gerçeği yineler. 1924 ile 1945 arasında İtalya’da durum buydu.” “Otoriter bir devlette, gerçeği değiştirmek, geriye bakarak tarihi yeniden yazmak, haberleri çarpıtmak, gerçek olanları bastırıp yalan haberler eklemek meşru görülür. Bilginin yerini propaganda alır. Gerçekten de böyle bir ülkede hakları olan bir yurttaş değil, bir kulsundur ve bir kul olarak devlete (ve kişiliğinde devleti somutlaştıran diktatöre) fanatik bir bağımlılık ve körü körüne bir itaatle yükümlüsündür.”

         Diktatörlerin neden olduğu böyle kanlı savaşların ve dramların bir daha yaşanmaması için insanlık gerekli dersleri çıkarmış, bunun sonucunda; dünya barışının bir an önce sağlanması gerektiği, insan haklarının önemli olduğu ve insan haklarına verilen önemin artması gerektiği anlaşılmıştır. Halkın kendi kendini yönetmesi demek olan demokrasi, bazı sakıncalarına rağmen şimdiye dek insanlığın bulduğu en iyi yönetim biçimidir. İnsanoğlu her zaman insan haklarını, özgürlükleri, eşitliği, hakkı, hukuku, adaleti aramıştır. Uygarlığın gelişimi de böyle olmuştur. 

 

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr                        14.10.2020

                 

10 Ekim 2020 Cumartesi

OTOMOBİL UÇAR GİDER

 

                                                 

 

          Ahmet bey ile Mehmet bey uzun yıllar öğretmenlik yaptıktan sonra emekli olmuş, aşağı yukarı aynı yaşlarda samimi iki arkadaştı. İlçenin çukur parkında oturmuş, çay içiyorlardı. Beni de geçerken davet ettiler. Sosyal mesafeye dikkat ederek oturduk. Çaylarımızı yudumlarken Mehmet bey, geçen kez anlattığı servis macerasından sonra arabasını değiştirmeye karar verdiğini anlatıyordu. Ama araba fiyatları birden füze hızıyla artmıştı. Mehmet bey, emekli memurdu. Emekli maaşlarına yapılan zamla dövizin artışına yetişmesi mümkün değildi. O yüzden alım gücünü geçmişti araba fiyatları.

         Mehmet bey, durumu bize şöyle anlatmaya çalışıyordu, "Hazine ve Maliye Bakanı, maaşınızı döviz ile mi alıyorsunuz, diye sunucuya soruyor ya!  Keşke, öyle alabilseydik. O zaman dert değildi. Döviz artınca iğneden ipliğe her şeye zam geliyor. Benim maaşım da döviz ile olsaydı, hiç etkilenmeyecek, araba fiyatları artsa da benim maaşım da artacağı için yine aynı oranda ödeyecektim.” Diyelim; arabanın fiyatı 20 bin dolar ise benim maaşım da 500 dolar ise demek ki 40 maaş tutarı ile onu alabilecektim. “ Öyle ya ülkede artık her şey dövize endeksli olmuştu, maaşlar niye olmasın? Köprüler, tüneller, şehir hastaneleri, iç borçlanma, dış borçlanma, böyle değil miydi?

         Ahmet bey söz aldı, “zaten bir araba alan vergiler dolayısıyla bir araba da devlete alıyor. Zorunlu trafik sigortası, kaskosu, motorlu taşıt vergisi, iki yılda bir egzoz muayenesi, fenni muayene, her yıl servis bakımı, kışlık yazlık lastik değişimi, artan yakıt giderleri, trafik cezaları ve dövize endeksli otoban, tünel, köprü ücretlerini düşününce en iyisi araba kullanmamak mı diye düşünüyorum.”

        “Araba kullanmanın yararları kadar zararları da var. Trafiğin yarattığı çevre kirliliğinin, gürültünün ve üzerinde gittiğimiz asfaltın sağlığa zararını biliyor muyuz? Trafik sıkışıklığının üzerimizde yarattığı stresi, zaman kaybını hesaplayabiliyor muyuz? Ya, egzoz gazları nedeniyle atmosferde ozon tabakasının delinmesinin yarattığı iklim değişikliğinin zararları”, diye feryat etti Ahmet bey. Sonunda; ulaşımda, artık raylı sistemin ve toplu ulaşımın en iyisi olduğuna karar verdik. Mehmet bey de bu konuşmalardan sonra araba almayı en azından alım gücüne uygun çevre dostu araçlar çıkıncaya kadar erteledi.

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr    10.10.2020

 

 

               

            

 

 

 

6 Ekim 2020 Salı

MAĞRUR OLMA

 

Şeyh Edebali (1206-1326)




                                                

 

        İnsanların karakteristik özellikleri farklıdır. Kimi kibirli, kimi alçakgönüllüdür. Tabii ki herkesin davranışları kendisini ilgilendirir. Ancak halkın kendi kendini yönetmesi demek olan demokratik yönetimlerde halk, kendine yönetici olarak seçtiği kişilerin, kendisine tepeden bakmamasını ister. Her zaman halkın içinde halkın dertlerini dinlemesini ister. Mustafa Kemal Atatürk 15 yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde her zaman halkın içindeydi. Bülent Ecevit, boşuna Halkçı Ecevit olmamıştı. 10. Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer de eşiyle beraber gittiği hastanede normal vatandaş gibi sırada beklemişti. Makamına bisikletle giden yabancı devlet adamlarının da olduğunu biliyoruz. Yani tevazu sahibiydiler. Tevazu; alçakgönüllülük anlamına gelen Arapça bir sözcüktür. Bazen “fazla tevazu gösterme, sahi zannederler”, denilse de alçakgönüllülük bir erdemdir.

       Osmanlı devletinde de “mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var”, denirdi. Yavuz Sultan Selim’in halife olmasından sonra başlayan ve ondan sonra gelen bütün şehzadelerin tahta çıkış, cülus törenlerinde, bayram günlerinde ve Cuma namazlarında paşalar hep bir ağızdan böyle bağırırdı. Böylece padişahın da ölümlü olduğu hatırlatılarak kibirden uzak tutulması amaçlanırdı. Şeyh Edebali’nin Osmanlı Devletinin kurucusu ve damadı Osman Gazi'ye öğütlerinin yer aldığı aşağıdaki vasiyeti asırlardır dilden dile söylenir.

Ey oğul! artık Bey’sin! Bundan sonra öfke bize, uysallık sana.
Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana.
Acizlik bize, hoş görmek sana. Anlaşmazlıklar bize, adalet sana.
Haksızlık bize, bağışlamak sana... Ey oğul, sabretmesini bil,
vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma; insanı yaşat ki devlet yaşasın.

Ey oğul! işin ağır, işin çetin, gücün kula bağlı.
Allah yardımcın olsun... Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelamlısın!
Ama; bunları nerede, nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarında savrulur gidersin. Öfken ve nefsin bir olup aklını yener.
Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın! 
Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi değildir. Bütün bilinmeyenler, feth edilmeyenler, görünmeyenler, ancak sen faziletli ve ahlaklı olursan gün ışığına çıkacaktır.

Ey oğul! Ananı, atanı say! Bereket büyüklerle beraberdir. İnancını kaybedersen, yeşilken çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördüğünü görme! Bildiğini bilme! Sevildiğin yere sık gidip gelme! Ey oğul! Üç kişiye acı: Cahil arasındaki alime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene. Ey oğul! Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklıysan mücadeleden korkma!

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr       07.10.2020

 

 

2 Ekim 2020 Cuma

MUHARREM İNCENİN MEMLEKET HAREKETİ

 

                                     

                    

         Büyüklerimiz, boşuna, “nerede hareket,  orada bereket”, dememişler. Hareket etmek, boş oturmaktan her zaman iyidir. 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP adayı olan sayın Muharrem İnce, Sivas Kongresine gönderme yaparak 4 Eylül 2020 Cuma günü Sivas’ta “Memleket Hareketini”, başlattı. Bu adı koymasının nedeni “memleket için harekete geçiyorum”, demek olsa gerek. Memleket için bir şeyler yapmaya çalışmanın hiçbir kötü yanı olmadığı gibi siyaset yapmakta herkesin anayasal hakkıdır. Ancak burada ufak bir ayrıntı var. Bir siyasi parti içinde başka bir hareket başlatmak parti disiplinine ne kadar uyar? Şöyle de sorabiliriz; CHP genel merkezi bu harekete ne kadar tahammül edebilir?

       Muharrem İnce, cumhurbaşkanı adaylık sürecinde çok iyi mücadele etti. Muhalefeti canlandırdı. Yaptığı mitingleri alanlar almadı. Tümü canlı ve hareketliydi. Heyecan ve umut yarattı. Seçimin, en azından 2. tura kalacağı, o zaman şansların eşit olacağı düşünülüyordu. Ancak öyle olmayınca bir hayal kırıklığı meydana geldi. Seçim sonuçlarının açıklandığı gece CHP genel merkezinden ve adaydan tatmin edici açıklamalar da gelmeyince kendisine oy veren seçmen huzursuz oldu. Üstüne üstlük daha itiraz süreci varken “Adam kazandı” demesi bardağı taşırdı. Onu el üstünde tutan seçmen tam tersine döndü. İşin özü; kriz iyi yönetilemedi. Ardından CHP içinde olağanüstü seçimli kurultay yapılması için kurultay delegeleri arasında  bir imza kampanyası açıldı. Halbuki Muharrem İncenin “ben bir daha genel başkanın karşısına aday olarak çıkmam”, demesinin üzerinden çok fazla bir zaman geçmemişti. Genel merkez de toplanan imzaların bir kısmını geçersiz sayarak genel kurulu toplamadı.

       Asında Muharrem İnce haklı olarak “cumhurbaşkanı adayı, o siyasi partinin genel başkanı olmalı”, diyordu. Bu doğruydu. Çünkü artık Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine göre tüm yetkiler cumhurbaşkanında toplanıyordu. Parlamenter sisteme dönmenin yolu da yine cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmaktan geçiyordu. Kaldı ki parlamenter sistemde de Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi siyasi parti genel başkanlarının cumhurbaşkanlığına geçme örnekleri vardı. CHP genel başkanı aday olmayınca doğal olarak aday adayları ortaya çıkacaktır. Sonuç olarak Muharrem İnce de tekrar “ben de varım”, diyor. Muharrem İnce, bundan başka diyor ki; “bu bir muhalefet hareketi değildir. Parti içi muhalefet hareketi hiç değildir. Bu hareketin nereye evrileceğine, partileşip, partileşmeyeceğine halk karar verecektir.” Sonra da ilave ediyor, “Cumhuriyet Halk Partisinin adayına bakacağım, içime sinerse destekleyeceğim, içime sinmezse aday olacağım.” Muharrem İncenin sözleri, kendi içinde çelişki taşıyor gibi görünse de, bu hareket, Genel Merkezin 2. Ekmelettin vakası olasılığını önlemeye yönelik gibi. Ancak partileşme olasılığını da göz ardı etmemek gerekir.

 

orhankalyoncu.blogspot.com.tr        02.10.2020